10 Ocak 2023 Salı

SALİM NİZAM‘IN BEN GÖNEN’DE DOĞDUM ROMANI HAKKINDA

 

 

Abdullah YILMAZ

 

Kitabın kapağını çevirdiğimde dostum Salim Nizam: “Ant adlı hikayesinde ‘Ben Gönen’de doğdum’ diyerek Gönen adını edebiyat tarihine yazdıran ebedi hemşehrimiz Ömer Seyfettin’i yaşatmak için Gönen Belediyesinin kültür armağanıdır” diye imzalamıştı.

Bir öykücünün, kısa ama verimli yaşamının öyküsünü yazmak iddialı ve zor bir iştir. Hele bu otuz altı yıllık ömrüne onlarca eser bırakan Ömer Seyfettin’in öyküsünü yazmaksa daha zordur.

Kitabın sunuşunda Nazım H. Polat’ın dediği gibi “kurmaca bir tür olan romanı, bir şahıs çevresinde yaşananlara yaslayarak anlatınca biyografik romana varılıyor.” Bu açıdan hayatını edebi eserlerinde işlemiş Ömer Seyfettin’in biyografik romanında öykülerinden izler buluyoruz.

Bunun en güzel örneğini Salim Nizam, İlk Cinayet ve Ant gibi öykülerinden faydalanarak gösteriyor. Bazen acaba yine Ömer Seyfettin mi yazmış diye düşündüğüm anlar oldu.

Roman Kısa bir ömrün uzun hikâyesini anlatıyordu. Okumam bittiğinde Ömer Seyfettin’in Türkçemizin Kristof Kolomb’u olduğuna inancım bir kez daha pekişti.

Romanın başına öykücülüğü ile bilinmesine rağmen Doğduğum Yer şiirinin ön sayfaya konması da güzel düşünülmüş.

Ömer Seyfettin gibi Yeni Lisan davasına inanmış bir edebiyatçıyı çağından ve çağının edebiyatından ayrı düşünmek imkânsızdır.

Kitabı okurken sadece bir Mart günü başlayan sıradan bir hayatı değil, dönemin önemli olaylarına tanıklık etmiş ve damgasını vurmuş bir yazarın hayatını hissedebilirsiniz.

O damga 11Mart 1884te Gönen’de vurulmaya başlıyor. Veİnebolu ve Ayancık’ta çocukluk izlerini görebiliyoruz. Daha sonra edebiyat dünyamızın başyapıtlarını nasıl kaleme aldığını okuyoruz.

 Osmanlı’nın sonunu görmüş ve yeni taze Cumhuriyetin kuruluşunu görmüş bir edebiyatçı olarak verdiği eserlerin ruhunda ve edebiyat tarihindeki izleri de okuyoruz.

Genç Kalemler dergisinin heyecanını ve etkisini okuyoruz. Esaret hayatında ve en zor günlerinde daktiloyu ve yazmayı bırakmaması Türk edebiyatı için bir zenginliktir.

Ömer Seyfettin sadece öykü ve şiir yazmamış, Türkçe’nin reçetesini yazmıştır. Bu romanda o reçetenin oluşturduğu edebi materyallerin bileşiminden oluşmaktadır.

Kitabı bitirip dimağımda edebi tadı kalırken bu romanın da öyküsünün yazılabileceğini düşündüm.

 

Osmanlı Tarihi Ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -Xxv-


                                                                                                          Mustafa ÖZCAN

 

Osmanlı’nın Türk diline olan yaklaşımının dünyada imparatorluklar kurmuş diğer bazı ulusların dile yönelik uygarlık anlayışlarına göre oldukça farklılık göstermesi, özsel-bütünsel tarih için bazı paradigmik ilkelere ışık tutması yönüyle incelenmesi gereken önemli bir fırsat ortaya koymaktadır.

İmparatorluklara zemin olan uygarlık anlayışlarının kökeni araştırılırken başlıca konuya yönelim karşıtlıkları olarak genelde çevre-insandin-bilimkaracı-denizciyerleşik-göçerholistik-individüalistikdil-(fonetik-logografik) yazı gibi kutupsal ikilikler arasında karşılaştırmalar yapılarak bunlardan hangisinin insanlığın bugünkü uygarlığa doğru ilerleyişinde etkili olduğu hususu dikotomik tarzla araştırılmaktadır.

***

Yukarıda dil-yazı şeklinde verilen son dikotomik ikili kutuptan ağırlıklı olarak ilki inceleneceğinden konuya başlangıç olması için dilin demografik bakış bağlamında dünya genelindeki durumuna yönelik birkaç saptamaya kısaca göz atmakta yarar vardır.

Dilleri işlev gördükleri coğrafyanın tarihsel ve/veya demografik karakteristiklerine göre uygarlıkkültürulus ve etnisite dili diye ayrımlamak alışılmış bir yaklaşımdır. Öte yandan diller ayrıca, kapsadıkları düşünce ve bilginin rasyonalitesi bağlamında da felsefe ve/veya bilim dili diye farklı bir ayrıma tabi tutula gelmektedir.

Uygarlık diline linguistikte Latince kökenden gelen bir deyişle LinguaFranca denmekte olup buna Orta çağın Latincesi ve Arapçası tipik örnekler olarak verilebilir. Günümüzdeyse dünyada en çok konuşulan ikinci dil olan İngilizce modernitenin dili olarak her ikisinin de yerini almış bulunmaktadır. Öte yandan, FransızcaAlmanca, İtalyanca, Rusça, Hintçe, Urduca, Japonca ve Türkçe gibi diller, tipik ulusal dil olmalarının yanı sıra kültür dilleri (ekin yani edebiyat ve sanat dili) olarak da bilinmektedir. Ayrıca sıralamadaki ilk ikilinin, Fransızca ve Almancanın, İngilizcenin yanı sıra felsefe ve bilim dili kimliği ile de genel kabul görmekte olduğunu belirtmek gerekir.

Gene bu arada, Çin Mandarince’sininse dünyada en çok konuşulan kültür ve ulus dili kimliğine iye olduğu da vurgulanmalıdır. Öte yandan dünyada en çok konuşulan üçüncü dil İspanyolca ile Portekizceye ise, kendi anayurtlarının dışında nüfusu çok olan ülkelerin ulusal dili olması nedeniyle farklı bir önem düzeyi atfedilmelidir. Ayrıca, KoreceVietnamca ve Endonezce’nin anılmaya değer diğer ulusal diller olduğu unutulmamalıdır.

***

Şimdi, konunun diğer bir yönü olarak dil ile düşünce arasındaki bağlantıya dair bir görüşü dil-uygarlık-kültür ilişkisi hakkında yazılmış bir makaleden alıntılayarak aktarayım (1):

İnsanlar ve toplumlar tarih boyunca ürettikleri kültürmedeniyet, bilimdüşünce ve felsefeyi kullandıkları dil aracılığıyla diğer insanlara ve sonraki kuşaklara aktarırlar. Bu alanlardaki ilerleme ve gelişmeler dili besler, dildeki ilerleme ve gelişmeler de bu sayılan alanları besler. Yani bilim ve düşünce bir taraftan kendi fonksiyonlarını yerine getirmek için vasıta olarak dili kullanırken, diğer taraftan da dilin zenginleşmesini sağlarlar.”

Dil hakkındaki bu kısa değinmelerin ardından da dil ve uygarlık ilişkisinin ele alınışına, bağlamına ve durumuna özetle bakmayı sürdüreyim.

Dilin uygarlık bağlamda incelenmesi ağırlıkla 20. Yüzyılda başlamış bir süreç olarak insanlığın bütünsel tarihine bakışta genelleşmeyi temsil eden antropolojik-hermönetik temelli yaklaşımı benimsemiş bilim insanı ve düşünürlerce yapıla gelmektedir. Ayrıca konu hakkındaki incelemelerin disiplinler arası bir görüngeden bakışla yapıldığını da belirtmek gerekir.

Bu çerçevede, dil-uygarlık (ve kültür) ilişkisinin interdisipliner, hatta multidisipliner biçimde irdelenmesi sırasında ve ayrıca yapısökümsel (2) tarz ile de ele alınması halinde sosyal ve insani bilimler arası anlam geçişlerde olabilecek kaymaların belirginleşerek kavram akışının sürekliliği bütünüyle görünürleşmektedir.

***

Osmanlı’nın dil ile olan ilişkisine bakıldığındaysa, bunun göçer topluluklara egemen olan tarihsel bir anlayışından kaynak alarak gelişmiş olduğunu görmek mümkündür. Genelde günlük-mevsimlik kronolojik döngü içinde yaşamak kısıtında olan göçer topluluklar, sadece yük niteliği olan fiziki taşınır eşyada değil soyut kavramların ele alınışında da tasarruflu hareket etme zorunluluğu ile her zaman karşı karşıyadırlar.

Hal böyle olunca, binlerce yıllık evrim sonucunda, dişi-erkek belirteçsiz sözcükler, özneyle bitişimli yüklemler ve eylem-öndeliklitümcesel sözdizimi gibi olağan dışı ses yükü azaltıcı özellikler kazanmış Türkçe gibi az ses ile düşünme ve eyleme bağlamında çok şey yapabilen harika bir dilin oluşması olanaklı olmuştur. Ancak göçerliğe bağlılık durumu, dilin yerleşik toplumun bir parçası olmasına engel olduğundan sonuçta böylece dilin yazılı hale gelmesi de engellenmiş olmaktadır

Toplumların Neolitik Çağ sonrası ortaya çıkan kentlileşme süreci, ticaretin gelişmesine ve yazının bulunmasına kaynaklık etmiş olması ilk uygarlıkların doğuşundaki esas etmen olarak görülmesine neden olmaktadır.

Bu bakımdan, kırsalda köyler ile başlayan yerleşikliğin devamı olan, ama ayni zamanda bunun çok ötesinde bir anlam ifade eden kentsel yerleşikliği toplum için temel yapı olarak benimsemek Osmanlı’yı kurmak için Anadolu’ya gelen Horasanlı Gazi Dervişler için gerçekten zor olmalıydı. Buna karşın onlar için gerçekten de Fütüvvet Ehli olmak, göçerlik yapısı için daha uygun olan bir seçenek idi.

Öte yandan sünni Müslümanlığın Halifelik ile Osmanlı’ya gelmesi sonucunda koyulaşan bir din anlayışının tebaaya egemen olması bu yoldan Türk dilinin de Arapça karşısında gerilemesi şeklindeki olağan sonucu doğurdu. İşte bu süreçte Safevi Şah İsmail’in divanının TürkçeOsmanlı Yavuz Selim’inkinse Arapça olmasına şaşmamak gerekir.

Kısa ve öz olarak belirtmek gerekirse; Batı’nın 16 ve 17. Yüzyıldaki HümanizmReformasyon ve Aydınlanma ile bir bilinç devrimi yaşayarak dünyevileşme yolunda olduğu o dönemde, Osmanlı, medreseleri ile günlük iletişimin temeli olan Türkçe’yi kültürde de göz ardı ederek Arapça temelli bir semavileşmeye yöneldi.

Bu noktada Türkçe’nin Osmanlı’da yazılı kültür diline dönüşememesinin nedeni olarak Prof. Dr. Doğan Kuban’ın öne sürdüğü görüşünü de ilgili makaledeki (3) bir tümceyi alıntılayarak aktarmak isterim:

Türkçe’nin Arapça (ve Farsça) ile karışıp Osmanlıca olması Osmanlı yazınının gelişmeme nedenidir.”

***

Dilin uygarlıklar ve kültürler için olağan üstü öneminin ne denli yüksek olduğunun kanıtı olan dünyadaki on binlerce çalışmaya bu deneme tipi kısa makalede değinmemin olanağı bulunmadığından hareketle, bunun yerine, son zamanlarda bu konuda bilimsel ilgiyi küresel düzeyde kendi üzerine çekmiş bir bilim insanından söz etmenin yerinde olacağı kanısındayım.

İşte bu doğrultuda, dillerin kayda geçirilmesinde kullanılmakta olan başlıca iki kategorili fonetik ve logografik yazı kayıt şekillerinden, her birinin yukarıdaki sırayla toplumlara olan bireyselci ve bütünselci etkilerinin uygarlık anlayışını nasıl farklı olarak etkilediği yönündeki araştırmalara yıllarına veren JackGoody’yi (4) anımsamak gerekir diye düşünüyorum.

Kaynaklar:

1.      http://www.haber10.com/yazar/doc_ibrahim_gezer/mreddil_dusunce_ve_medeniyetmred-20831

2.      https://tr.wikipedia.org/wiki/Yap%C4%B1s%C3%B6k%C3%BCm

3.      Kuban, D. 2016. Türkiye’yi Sorgulamak: Türkçe olmasaydı, Afrika’nın yeni devletçiklerinden farklı olmazdık… Herkese Bilim Teknoloji dergisi, sayı 30, s. 5.

4.      Goody, J. 1986. TheLogic of WrittingandOrganisation of Society. Cambridge: CUP