Tarihin paradigmik ilkeleri araştırılırken tarihin anlatısı, felsefesi
ve bilimi olmak üzere,
özellikle popüler olmaya yatkın bu üç
ana entelektüel alanın göz önünde tutulması gerektiği konusundaki
görüşümü bu makale vasıtası ile ele almak istiyorum. Nitekim böyle yazı dizisi
şeklindeki ele alışlarda konu akışının bütünselliğini tamamlamak açısından bu
tür bir yaklaşımın gerekli olduğu hususu herhalde diziyi başından beri
izlemekte olan değerli okurların dikkatindedir sanırım. Anlatı veya diğer bir
deyişle betimleyerek öykülendirme şeklinde
belirtilebilecek bir biçim, bir edebi tarz olarak genelde zemininde olaylar örgüsü doğrultusunda
ilerleyerek gelişen bilgilendirmeci bir söz akışını temsil etmektedir. Öte
yandan felsefi ele
alışta ise tarihsel olayların nedenlerinin neler olabileceğinin sorgulanması bu ulamdaki fikir çerçevesinin temelini oluşturur.
Burada başvurulan çerçeve yöntemsel
yaklaşımı oluşturan yapıyı ortaya koyar. Pratik açıdan bakıldığında, yöntem her zaman olduğu gibi
burada da konunun “nasıl”ını
keşfetmedeki yolu-yordamı ortaya
koyan esas olarak
daima ve hep en önde gelen işlevselliği temsil etmektedir. Ancak, paradigmik ilkeler pratik açıdan değil
de teorik veya diğer bir
deyişle soyut bilimsel temel ile
araştırılmak üzere ele alındığındaysa gelinen zemin oldukça karmaşıklaşmış olan bir düzeyi
yansıtmaktadır.
Örneğin bu durumda söz konusu olan bilimsel ele alışta başvurulacak bir görünge olarak konuya
bir yandan yoruma
dayalı mikro-sosyolojikdüzlemden
bakılması gerekirken öte yandan da makro-sosyolojik görünge
ile anlatının akışında olgusal (olgusallığı istatistiksel veriler ile doğrulanabilen) bir illiyet (nedensellik,
kauzalite) çerçevesinin
oluşturulması gerekmektedir.Büyük Tarih
anlatısında zamanın en geniş ve mekânınsa en büyük oluşu nedeni ile
kaçınılmaz olarak azami genişlikteki
bir olgusallığın var
oluşundan ötürü belirtilen tarzdadır.
(*) Devam edecektir.
Mustafa
ÖZCAN