19 Nisan 2021 Pazartesi

Osmanlı Tarihi Ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -V-

 

Dizideki öncekinin devamı olan bu denemede, tarih paradigmaların yapılanışının nasıl bir hiyerarşi içinde olabileceği ve son zamanlarda tarih anlayışındaki değişmelerin ne yönde olduğu konusuna kısa da olsa değinmek niyetindeyim.

Tahmin edileceği üzere belli bir disiplin için en geçerli olan paradigmalar tarihsel zaman içinde önemlerini yitirdiğinden böylece bunların geçerli öncelik konumlarında da bir azalma, bir düşme olmasını beklemek doğru olacaktır. Bu durumsa, diyalektik veya diyakronik özelliği olan bu tip süreçlerde bir paradigmalar hiyerarşisinin oluşmasına neden olur ki giderekten zamanla sonuçta da genişleyen konik spiral tipli bir gelişme eğrisine dayalı evrimleşme süreci oluşur.

Böylece, tarih felsefesi için seminal figür olan Giambattista Vico’un öncesinden itibaren gelerek devam eden böyle bir süreçteki evrimsel gelişmeleri Derrida’nın yapısökümsel görüngesi’nden hareketle incelemek oldukça yararlı çıkarımların ortaya çıkmasına yol açar. Bu bakımdan, zaman içinde evrimselspiralin etkinlik düzeylerinin her bir katında şu ikisel paradigmik çiftlerin sıralandığı üç katlı bir başatlıkkonumlar hiyerarşisi şeklindeki bir akışın yaşanmış olabileceğini söyleyebiliriz:

1) Dogmatik- Pozitivistik (18. Ve 19. Yy’lar)

2) Kritik-Kurgusal (19. ve 20. Yy’lar)

3) Hermönetik-Pragmatik (20ve 21. Yy’lar)

Ayrıca gene, üçüncü paradigmik ilke çiftinin egemenliğini ilan ettiği spiral gelişme sürecinin bu en son döneminde karşımıza çıkan olgunun, önceki tarihte lider figürlerin biyografilerinin basit toplamı olan mikro tarih anlayışı yerine küresellik ve holizm, yani sinerji oluşturan makro tarih anlayışına bırakma eğilimi olduğunu da söyleyebiliriz.

Bunlara ilaveten, sürecin akışı içindeki hiyerarşik düzeylerde metafiziksel anlamda somut (ontolojik) vesoyut (epistemik) denebilecek bir «dalgalanma” döngüsünün varlığını da ayrıca saptamak olanaklıdır. Şimdilerde somut, yani, bulunulan ulusal entelektüel kültürel ortama göre ampirik veya pragmatikveya otantik evrede olduğumuzu vurgulamata yarar vardır.

Öte yandan, paradigmaların bu tarihi seyrinin belirli dönemlerde ortaya çıkmış olan tarih anlayışına yönelik bireysel entelektüelliklerin düşünsel temeldeki inançlarına ve kabul görmüş olgusal bağlama dayanmakta olduğunu düşünürsek günümüz entelektüel pragmatizminin sanat olarak algılanan tarih anlayışından bilim olarak kabul edilen bir tarih anlayışına doğru geçiş içinde olduğunu belirtmek yerinde olacaktır.

Nitekim son bir-iki on yıldır RusyaABD kökenli bilimcilerin ortaklığı ile ortaya konulan matematikseltemele dayalı bir tarih bakışı görüngesinden artık söz edilir olmuştur. Öncülüğünü Peter Turchin’in yaptığı Kliyodinamik (Cliodynamics) adı ile sosyal bilimler literatürüne giren tarihi bilimsel-teorik yönden anlayan bu akım giderekten hızla yeni taraftarlar kazanmaktadır. Herhalde Kliyodinamik akımını küresel entelektüel kesimin tarihe bakışında kısa bir süre sonra önemli değişiklikler ortaya çıkaracak bir olgu olarak görmek yanlış bir bakış olmayacaktır sanırım.

Tarihi diyalektik-evrimsel bir akış olarak ele alıp matematiksel-istatistiksel bir modele oturtan bu görüş tarihin karakterini özgür sanattan bilime dönüştüren sürecin başlangıcını ifade etmektedir.

Öte yandan, yukarıda pek çok yönü ile ortaya konulan tarihi bir kesit yerine bir süreç olarak görüp evirilmesinin irdelenmesi teorik bakış yerine bir de pratik yönden ele alınarak yapılmak istendiğindeyse, bu konuda bireysel olan yerine artık sosyal evrimci yaklaşımın benimsenmesi gerektiği doğrultusundaki kanımı daha baştan belirtmek isterim.

_____________

(*) Devamı gelecek yazıdadır.

Mustafa Özcan

19 Mart 2021 Cuma

Osmanlı Tarihi Ve Tarihin Paradigmik Ilkeleri -IV-

 

 

Tarihsel paradigmalar için Osmanlı tarihinden çıkarılabilecek sonuçlara dair sürdürmekte olduğum budeneme serisinin önceki bölümünde tarih yazımı okullarından söz ederek konunun bu boyutu hakkında kısa açıklamada bulunmuştum.

Şimdi bu bölümde ise, tarih araştırmaları ve tarih felsefesi ile ilgili olarak yaptığım çeşitli konuşmalardatarih disiplini için yedi-T ifadesi ile belirttiğim araştırma yöntemini tanıtarak bunun paradigmik ilkelerile olan ilişkisine değinen bazı görüşlerimi aktarmak istiyorum.

Son derece akılda kalıcı olmasından dolayı severek kullandığım bu tanımlama insanlık tarihi içinde yedi sayısının ortaya çıkarmış olduğu «büyülü” algısal kavrayış durumu nedeniyle ayrıca çekici bir yana da sahiptir.

Ancak yedi sayısının çekiciliğinin bilimsel bir dayanağı olduğunu da vurgulamak gerekir.

Şöyle ki; bilindiği gibi, insanın kısa hafıza denilen çalışma belleğinin anlık olan şeyleri, örneğin, tek-tek farklı ardışık rakamların toplamı olan bir sayıyı çok kısa süre için akılda tutma kapasitesinin yedi adet rakam ile sınırlı olduğu bilimsel olarak bulgulanmıştır. Bu nedenle de telefon numaraları için kullanılan rakam sayısı genel olarak yedi karakter ile sınırlı tutulmaktadır.

Buradan çıkarak da daha karmaşık bir ortam olan proje ekiplerinde uyumlu bir işbirliği için gereken ortalama takım büyüklüğünün idealde yedi kişi olması sonucuna varılır ki pratikte de kanıtlanmıştır. Nitekim II. Dünya Savaşı sonrası Japonya’nın ekonomik gelişmesine en çok katkı yapan etmen olantoplam kalite anlayışının pratik uygulaması olarak sınaî işletmelerde oluşturulmuş olan kalite çemberleridenen iki milyonun üzerindeki proje takımının büyüklüğü için de ortalama yedi kişilik bir ekip önerilmiş ve uygulanmıştır.

Tanımlamadaki T ise, tespit (saptama), teşhis (tanı), tasnif (sınıflama), tetkik (inceleme), tahlil(çözümleme), terkip (bireşim), ve tefsir (yorum) şeklinde yürüyen tarih konusundaki araştırma sürecinin söz konusu aşamaları temsil eden bu yedi Osmanlıca sözcüğün baş harfini belirtmektedir.

Esasen yedi olan aşama sayısını, tefsiri ayrı tutarak altı olarak da vermek olanaklıdır. Ama bu durumdatarih araştırması teknik bir mahiyet kazanacak olduğundan yöntemin karakteri yorumcu (interpretif)paradigma yerine olgucu (pozitifist) paradigmik ilkelere dayanacaktır. Bu yorumcu/olgucu ayrımını belirten temel iki paradigmik ilke bir bakıma yeni/eski ayrımını da ortaya koymaktadır.

Tarihin paradigmik ilkeleri temelde hümaniter disiplinlerin geneli için de geçerli olan hiyerarşik bir yapı gösterir. Buradan da altta başka bilgi katmanlarının da bulunması gerektiği sonucu çıkar. Böylece en tepede yorumcu/olgucu dikotomik ilkeler yer alırken hiyerarşinin bir alt düzleminde diyalektikkutupsal ikili ıradaki krıtik/realist paradigmik ilkeler vardır ki bu ikisinin bulunduğu katmanın bir spiraloluşturacak şekilde yukarı katmana eklemlenmiş olarak var olması gerektiğini söylemek herhalde yanlış bir saptama olmaz.

Öte yandan yukarıya aktardığım bu açıklama metnini logosantrik yerine yapısökümcü yönden, yani her iki düzeyin ikili (düal) yapıdaki her bir kavramını ayrık olarak değil de karşıtı ile birlikte ele alıp holistik bir yaklaşımla değerlendirmek gerektiğini, böylece de daha verimli sonuçlar alınacağını yeri gelmiş iken ifade etmek isterim.

Ayrıca da bu noktada şu hususa vurgu yapmadan geçmek istemiyorum.

Her hangi bir disiplini entelektüel yönlü çıkarımlar için irdeleyen denemelerde içerik konusu özgül kavramlar ilkin en genel iki dikotomik ulam olan ontik ve onun karşıtı epistemik, yani somut ve soyutbakımlardan ele alınmalıdır. Böylece doğaldır ki devamında yapılacak holistik (bütünsel) yaklaşımlı irdelemelerle söz konusu disiplinin paradigmik ilkelerinin ortaya çıkarılması için olanak sağlayacak bir durum yaratılmış olur.

Mustafa ÖZCAN

19 Şubat 2021 Cuma

Osmanlı Tarihi Ve Tarihin Paradigmik Ilkeleri -III- (*)

 

 

Historiografinin bellibaşlı üç okulu olan MarxistWhig ve Annales okulundan günümüze kadar en etki yapmış olanının Annales Okulu olduğu pek çok tarihçi tarafından kabul gören bir görüştür.

Bu nedenle konuya bu yönde bir ağırlık vererek denemeyi sürdürmek bütünsel anlaşılırlık için yararlı olacaktır.

Annales Okulu’nun, tarihi sosyal pencereden görmek için Marc Bloch ve Lucien Febvre tarafından1929’da başlatılıp 1990’lara kadar süren 60 yıllık dönem içinde yapılmış olan çalışmalarla genel tarih yazıcılığını çok geniş bir şekilde etkilemiş bir okul olduğunu söylemek herhalde yanlış bir değerlendirme olmaz.

Nitekim Okul’un etkisi ile olsa gerek, 20. Yüzyıl son çeyreğinde ABD akademik dünyasında tarih araştırmaları konularında eğilimin yönü ağırlıklı olarak siyasal bir mahiyetteyken 21. Yüzyıl başlarında artık sosyal ağırlıklı olarak belirginleşmeye başlamıştır.

Okul adını ilk kuşak temsilcileri olan Bloch ve Febvre’in 1929 yılında çıkardıkları Annales adlı dergiden almıştır. Yapılan çalışmalar tarihi siyasal yerine sosyal ve ekonomik kaynaklar ve bakış temelinden ele alarak yürüyen bir yazım perspektifi üzerine kuruludur.

Öte yandan 1950-1970 arası sürdürülen ikinci kuşak çalışmalara ise yeni bir yorum getiren Fernand Braudel olmuştur. Braudel geleneksel histografik yaklaşıma fiziki olarak statik ile yüzyılları aşan uzun erimli total bakışlı yeni olanları da dâhil ederek tarih yazımı için üç tabakalı bir tarz benimsemiştir. Bunlar başlıklar olarak, geleneksel olan kısa erimli olaysal, uzun erimli olan yapısal ve çok az değişen veya hiç değişmeyen statik jeohistorik şeklindeki tarih yazım biçimlerini barındıran tabakalardır.

Böylece tarih yazımının zaman içindeki gelişmelerine paradigmalar temelinden bakıldığında başlangıçta sadece «saf” olay/aktör ilişkili olaylar yerine giderekten uzun dönemli doğal kaynaklı olguların dayapısal paradigma şeklinde ağırlık kazandığı görülmektedir. Böylece tarihin yörüngesini doğal, yapısal ve sosyal koşullar ortaklığı ile onların ortaya çıkardığı aktörler ile olaylar şeklindeki üçlü etmensel birortamın belirlediği anlaşılmaktadır.

Nitekim Braudel’in görüşlerinden biri coğrafi dağlı/ovalı ayrımının sosyo-demografik tarihsel sürece etkisinin var olduğu üzerine iken diğeri de Akdeniz Tarihi’nde Doğu/Batı ayrımı için belirleyici olan şeyin coğrafi bir sınır olarak Adriyatik Denizi’nin engel teşkil etmekte olduğu yönündedir.

Annales Okulu’nda ikinci kuşak temsilci olarak kendisinden çok söz ettiren Braudel’in yolunda ilerleyen ve ayni zamanda üçüncü kuşak temsilcilerden de etkilenen Immauel Wallerstein ise ulusal-siyasi tarihyerine coğrafya paradigması temelli merkez-çevre ilişkisi bağlamında bölgesel tarih üzerine kurulu birDünya Sistemi Teorisi (modeli) kurgulamıştır.

Şimdilerde ise bu tarz histografinin tarih yazım alanının artık geneline nüfuz etmiş olmasından ötürü özgül coşkusunu yitirmiş olduğunu, ancak halen dördüncü kuşak temsilcilerce bazı çalışmaların sürdürülmekte olduğunu belirteyim.

_______________

(*) Yazıya gelecek sayıda devam edilecektir.

Mustafa Özcan