10 Ağustos 2022 Çarşamba

Osmanlı Tarihi Ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -Xx-

 

Mu

Osmanlı Tarihi Ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -Xx-

 

                                                                                                          Mustafa ÖZCAN

Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihselliğinden çıkarılabilecek paradigmik ilkelerden biri de şüphesiz devletin yönetim anlayışında semavilik (göksellik) ve dünyevilik (mondenlik, yersellik) hakkındaki siyasi iradi durumları arasında yaptığı seçiminin sonuçlarını göstermekte olandır diye düşünüyorum.

Bu kapsamda, konunun dünyevilik yanını irdeleyerek, Osmanlı’nın dünyeviliğin maddi ve tinsel konularında tebaasına yönelik bayındırlık (imar) işlerini ele alarak ve tinseli temsil eden oldukça boş geçilmiş eğitim (maarif) konusuna dikkat çekerek en üst kurum Devletin izlediği yersellik şeklinin sonuçları itibari etkilerini ele alacağım.

Ama önce işlenecek kapsama yönelik olarak bir hususu açıklamak istiyorum: Cami ve onların külliyelerini semaviAskeri yatırımları ise dünyevi olmakla birlikte doğrudan refaha (gönence) yönelmemiş olmaları nedeni ile fiziki yatırımlar olmalarına rağmen tabana yönelik olarak ele alacağım gönençlendirme işleri kapsamı dışında tutuyorum

Şimdi bu noktadan itibaren Osmanlı’nın kendine özgü devlet ve imparatorluk anlayışı doğrultusunda dünyevilik kapsamındaki bayındırlık işleri ile refahın tabana yayılması konusunun uygulanmasına özetle kısaca bakalım.

Osmanlı’nın bayındırlık işleri kapsamında yaptıklarının başında her zaman ve en belirgin olarak yolköprüçeşmehastanekervansarayhamambedesten gibi yapı işleri gelmektedir. Bunlar genellikle idari merkezler ile taşra ve kırsala yönelik alt ve üst yapısal yatırımlar şeklinde olagelmişlerdir. Genelde Saray ve çevresinden gelen bu tür bayındırlık faaliyetlerinin sağlık ile ilgili olan bazılarının idamesi vakıflar yolu ile bugüne dek gelerek halen mevcudiyetini de sürdürebilmiştir.

Konuya yaygınlaştırma açısından İmparatorluk çekirdeği Anadolu ve Trakya esasında panoramik olarak bakıldığında kasaba ve beldelerdeki “imar” işlerinin “banileri”nin genellikle hayırsever eşraf ve Tımar beylerinin olduğu görülür. Yatırımların mekânsal dağılımı ele alındığındaysa bunların hemen hemen çoğunun payitaht merkezleri olan BursaEdirne ve İstanbul ile İzmir gibi diğer bazı büyük şehirlerde yapılmış olduğu da kolayca anlaşılır. Büyük işlerin “banileri” ise genelde işin büyüklüğüne koşut olarak hanedan mensuplarıkapıkulu paşaları ve ağaları ile yerel beyler ve az da olsa bazen ekalliyetten olan efendilerdir. Böylece buradan Osmanlı için “sosyal büyük olma hiyerarşisi”nin daima fiziki büyüklüğü olan iş yapma hiyerarşisine denk olarak yürüdüğü sonucuna kolayca varmak olanaklıdır.

Diğer yandan, Osmanlı’nın bu kapsamdaki bayındırlık faaliyetleri Batı’daki durum ile kıyaslandığında bunların oldukça cılız bir düzeyde ele alınmış varlık yatırımları olduğunu da kolayca görmek olanaklıdır.

***

Şimdiyse esasta önemli olan hususa, Osmanlı’da dünyevilik için sadece maddi olanın düşünülmüş, tinsel, diğer bir deyişle eğitsel, yani “maarif”e yönelik olanın ise göz ardı edilmiş, boşlanmış olmasına dikkat çekmek üzere gelmek istiyorum.

Nitekim Osmanlı’nın Ortaçağ’ın başlangıcından sonuna kadar tüm tarihi boyunca merkezileşmiş eğitim anlayışı olarak talim ve terbiye işleri, son derece kısıtlı bir mahiyet ile sadece muharip bir zümre yetiştirmek ve tebaayı semaviliğe bağlayarak boyun eğecek kul yapmak kapsamında düşünülmüştür.

Oysa ayni zaman zarfında bu can alıcı konu, Batı’da, dünyeviliğin tarihsel diyalektik süreci doğrultusunda ele alınarak ruh ve bedenin, yöneten ile yönetilenin karşıtlığı kapsamında, “zenaat” ve “özgür sanatsal” bilimler (sanatlar ve fen bilimleri anlamında) müfredatı ile geniş kitlelerin dünyevilik ihtiyaçları bağlamında eğitilmesindebilinçlendirilmesinde en geçerli yol olarak benimsenmiştir. Bu durum Batı’da Rönesans’tan itibaren Eski Yunan’dan kaynak alan seküler bir gelenek olarak bilinmekte ve uygulanmaktadır.

DünyevilikEski Yunanlarca keşfi yapılarak insanoğlu için on binlerce yıl süren semavileşme sonrasında bir armağan olarak ortaya çıkmış bu anlayış ve tutum bugünkü dünya düzeninin geçimsel-tinsel temellerini atmış bir yaşam şekli ve sosyal davranış biçimidir.

Batı’da böyle bir seçimin yapıldığı dönemlerde Osmanlı’da hemen Fetih sonrasında eğitim anlayışının ve ilimin (müfredatın) nasıl olması gerektiği yönünde Saray çevresinde de bir ulema şurası toplamıştır. Tartışmalarda temsilci düşünürler olarak ele alınan İbni Rüşt ve Gazali arasındaki yapılan seçim sonucunda ilkinin dünyevi akliliği yerine ikincisinin semavi nakliliği eğitimdeki anlayış şekli olarak benimsenerek ezbere dayalı “tedrisat” yolu ile kul toplumu yaratılması yolu seçmiştir.

Bugün artık bu hümanizm şekli, toplumsal tabanda sekülarizm ve tepedeyse siyasal laisizm diye karşılığını bulmakta olan evrensel nitelikteki tutum ve davranış kalıplarının eğitim yoluyla genç zihinlere kazandırılması olarak dünya düzeninin dünyevi-tinsel temelini oluşturmaktadır.

Oysa Osmanlı uleması tarafından boşlanan bu önemli tarihsel fırsatın kaçırılması İmparatorluk için çöküşe giden yoldaki en önemli kavşak sapması sahnesi olmuştur diyebiliriz. (*)

______________________

(*) Devamı gelecek.

 

 

 

4 Temmuz 2022 Pazartesi

GÜNEY MARMARA KÜLTÜR PLATFORMLARI BİRLİĞİ 63. (U23) ÇALIŞMA VE EŞGÜDÜM TOPLANTISI GERÇEKLEŞTİRİLDİ.

 

HER AYIN İLK CUMARTESİ GÜNÜ ZOOM ÜZERİNDEN YAPILAN TOPLANTI 2TEMMUZ 2022 GÜNÜ SAAT 17.00DE YAPILDI

KATILIMCILAR:

1-Mustafa ÖZCAN

2-Mehmet YILMAN (Gönen Belediye Başkan Yardımcısı)

3-Yavuz DEMİRALAY (Bandırma Kültür Eğitim Vakfı)

4-Samet ARIKER (Gönen Kavram Dershanesi Müdürü)

5-Salih YALDIZ

6-Celal YILMAZ

7-Nur ÖNVURAL

8-Hüseyin ATABAY

9-Kevser RUHİ

10-Sebahattin PIRAVADILI

11-Abdullah YILMAZ

 

TOPLANTI GÜNDEMİ

1-Nur Önvural, Bandırma Belediyesi ile Amerika Birleşik Devletlerinden, Cary Belediyesini Sister City -Kardeş Şehir- ilan edilmesi çalışmaları kapsamında Cary Belediyesinden, Bandırma Belediyesine dostluk mesajı getirdiğini ve bunu yakın zamanda yetkililere sunacağını belirtti.

2-Celal Yılmaz, Kevser Ruhi ile birlikte çalıştıkları Gönenli yazarlar ve Gönen hikâyelerinden oluşacak planı gündeme getirdi. Mehmet Yılman, gerekli çalışmalar bitince yayın konusunda destek vereceklerini belirtti.

3-Yavuz Demiralay, Gönen için kültür yaşamına katkı sağlayacak bir Vakıf çalışmasının nasıl olması gerektiğini tecrübeleriyle anlattı.

4- Hüseyin Atabay, Güney Marmara Kültür Platformları Birliği olarak fon oluşturmanın gerekliliğini belirtti.

5-Samet Arıker, Gönen Tarihi Mirasını Koruma Platformunun öncülüğünde ilerleyen Gönen Fotoğrafları için yeni fotoğraflar elde ettiğini açıkladı. Ayrıca Gönen’in Kurtuluşunun 100. Yılı münasebetiyle bilimsel bir sempozyum için çalışıldığını belirtti.

Osmanlı Tarihi Ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -Xıx-

 

Mustafa Özcan 

Osmanlı Tarihi Ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -Xıx-

 

                                                Mustafa ÖZCAN

 

 

Tarihin yörüngesindeki önemli olayları diyalektik bakış ile karşıt tezli ve holistik olarak çok yönlü değerlendirmenin paradigmik ilkelere ulaşmak için ne denli verimli olabileceği hususunu görmek için bunu tarihi öneminin büyük olduğunu düşündüğüm örnek bir olayı ele alarak yapmak istiyorum: Nizip Savaşı

Nizip Savaşı (Muharebesi), 1839 tarihinde Nizip‘te Mısır ile Osmanlı arasında meydana gelmiş kapsamı ve sonuçları geniş olmuş, ama buna karşın kendisi çok büyük olamayan bir muharebedir. Bu savaş, isyan ve bastırma şeklinde karşı karşıya gelen taraflar arasında olayın ilk aşamasını oluşturmasa da, bir imparatorluk devleti ile ona hıdivlik olarak bağlı büyük özerk bir “devlet” arasında olan merkez-çevre ilişkilerinin diyalektiği bağlamında çok öğreticidir. Ama her şeyden önce de merkez aleyhine bozulan ilişki dengesinin sonuçlarının nerelere kadar varabileceğini göstermesi bakımından öğreticidir.

Nizip ovasında, Mısır hıdivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa‘nın oğlu İbrahim Paşa komutasındaki Mısır ordusu ile Hafız Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu arasında yaşanan savaşta Osmanlı üç saat içinde ciddi bir yenilgiye uğramıştır. Osmanlı Devleti‘nin parçalanmasını o dönemde istemeyen ve savaştan altı yıl önce Rusya ile 1933’te yapılmış askeri yardım konusunu kapsayan Hünkar İskelesi Anlaşmasından hala rahatsız olan Birleşik Krallık ve Avusturya, duruma müdahale etmek için donanmalarını İbrahim Paşa’nın deniz ikmal yolunu kesmek üzere Mısır ile Suriye arasındaki bölgeye göndermiştir. Müdahale sonrasında İbrahim Paşa Mısır‘a geri dönmek zorunda kalınca Osmanlı Devleti bir bakıma dağılmanın eşiğinden geri dönmüştür.

Bu olay 19. yüzyıl‘da Devlet‘in kendi eyalet valisine hükmedemeyecek kadar aciz içinde olmasını göstermesi bakımından önemli olduğu kadar amaç içeriği yönü ile de Osmanlı’nın Hıristiyan Avrupa’daki gerilemesini başlatan II. Viyana Kuşatması’nın dinsel boyutlu antitezi niteliğindedir. Çünkü Osmanlı Müslüman toprağı olan Ortadoğu’da başka bir Müslüman ülke tarafından geriletilmeye başlamıştır. Ayrıca olay, Osmanlı‘nın  sorunuyken uluslararası bir sorun haline gelmesi yönüyle bu tür konuların holistik karakterini göstermesi bakımından da dikkat çekicidir.

Bu olayın başka bir yanı da, Hafız Paşa’ya savaş danışmanlığı yapmak üzere Prusya Krallığı tarafından gönderilmiş, sonraları en uzun süreli Alman Genelkurmay Başkanı ve feld mareşali olacak olan Kurmay Yüzbaşı Helmuth von Moltke ve kurmaylarının muharebede fiilen yer almış olmalarıdır. Savaş sonrası güçlükle İstanbul’a ulaşabilen Moltke’nin Saray’a verdiği raporun savaşa katılan bazı paşaların hıyanet nedeni ile idam edilmelerine yol açması da II. Mahmut’un Prusya askeri kurmayına olan güvenini göstermektedir.

Ayrıca o sırada ölen II. Mahmut yerine geçen Abdülmecit’in savaşta Osmanlı ordusu yanında gösterdiği başarılı mücadeleden ötürü Kürt Bedirhan aşiretinin reisi ve komutanı Bedirhan Bey’e paşalık unvanı vermesi de Osmanlı tarihinde ilk olan bir şey olması yönü ile konunun öteki bir yanı olan,Türk-Kürt toplumun dayanışmasının önemini ortaya koymaktadır.

***.

MoltkeBismarck ve Roon ile birlikte Alman İmparatorluğu’nun Prusya kökenli askeri güçlerce 1871’de kurulmasında başrolü oynayan kurucu askeri triumvirayı oluşturacak olan komutandır.

Ancak diğerlerinden entelektüelliği yönü ile oldukça ayrıktır

Entelektüel bakımdan Moltke, müzik, şiir, sanat, arkeoloji ve tiyatro severliğinin yanı sıra bir ressam, bir yazar ve bir devlet adamı kişiliğine sahip olması nedeniyle tarihte dikkatleri üzerine çekerek öne çıkmış çok yönlü bir kişiliktir. Almanca, DancaİngilizceFransızca, İtalyanca ve İspanyolca gibi Hint-Avrupa dillerinin yanında Türkçeyi de konuşuyor olması O’nun gerçekten evrensel niteliklere sahip olduğunu göstermektedir. 1834’te geldiği Türkiye’den 1840’taki dönüşüne kadar geçen zaman içinde başından geçen olayları topladığı, Türkçeye “Türkiye Mektupları” adı ile çevrilen anılar kitabını kafasına fes geçirerek Berlin’de halka anlatması bu kişiliğinin bir dışavurumu olmalıdır. Ama öte yandan Danimarkalılık kökenine ve geçmişine karşın bir Alman muhafazakârı olduğunu da yeri gelmişken belirtmeden geçmemek gerekir. Bu durum Moltke’nin kariyer kapsamının genişliğini ve derinliğini anlatmaktadır. Bu genişlik ve derinlik holizmO’na olağanüstü başarılı bir askerlik ve devlet adamlığı kariyeri sağlamış olmalıdır.

Benim bu makalede diğer belirttiklerimin yanı sıra amacım konulara diyalektik ve holistik tarzdan bakılması gerektiği konusuna mümkün olduğunca vurgu yapmak olduğundan, bu tür yaklaşım şeklini veren bir örnek olarak entelektüel Moltke‘nin Osmanlı’daki kurmaylığı sırasında ülke hakkında bütünsel yaklaşımlı saptamalarının uzun dönemli tutarlılığına ve derinliğine dikkat çekmek istiyorum.

Bu nedenle de bu bağlamda son olarak Moltke‘nin genç bir kurmay iken 1934’te Almanya’ya gönderdiği bir raporda Osmanlı’nın durumu hakkında hayret veren tutarlıktaki kehanetler gibi anlatan bu genel saptamalarından bazılarını aktarıyorum:

İktisadiyat, toprak mülkiyeti olmamasından ve üretim düşüklüğünden dolayı dibe vurmuştur. Yetmiş bin kişilik yeni ordu komutanları yönü ile eskidir ve koskoca imparatorluğun her yanına erişmek durumundadır. Eyalet ve sancaklar iyice bağımsızlaşmış ve Bab-ı Aliye karşı güçlenmiştir. Payitahtı korumak için gelen yüzelli bin kişilik Rus ordusunun Anadolu yakasına konuşlanmasına rıza gösterilmiştir. Bu durum ülkede çok büyük hoşnutsuzluk yaratmıştır. Osmanlı artık bir prenslikler, dukalıklar, valilikler yığınıdır. Bu hal yakında imparatorluğun sona ereceğini anlatıyor gibidir! “

 

Devamı gelecektir.

 

 

10 Mayıs 2022 Salı

GÜNEY MARMARA KÜLTÜR PLATFORMLARI BİRLİĞİ 61. ÇALIŞMA VE EŞGÜDÜM TOPLANTISI (UZAKTAN 21.) GERÇEKLEŞTİRİLDİ.

 

GÜNEY MARMARA KÜLTÜR PLATFORMLARI BİRLİĞİ 61. ÇALIŞMA VE EŞGÜDÜM TOPLANTISI (UZAKTAN 21.) GERÇEKLEŞTİRİLDİ.

7Mayıs2022 saat 17.00’de, her ayın ilk Cumartesi olduğu gibi GMKPB toplantısı Zoom üzerinden gerçekleştirildi.

KATILIMCILAR:

1-Mustafa ÖZCAN

2-Mehmet YILMAN

3-Celal YILMAZ

4-Abdullah YILMAZ

5-Salih YALDIZ

6-Nur ÖNVURAL

7-Sebahattin PIRAVADILI

8-Çetin ERTEK

Toplantıda Bandırma’nın Kardeş Şehir adayı Carry ile ilgili gelişmeler ele alındı. Toplantıya Amerika’dan katılan Nur Önvural, Carry’deki 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlanırken müzisyen Evren Pıravadılı’nın Bandırma Marşının da dinletildiğini belirtti.

Celal Yılmaz, Mart ayında Gönen Kent Konseyi Tarihi Mirasını Koruma Çalışma Grubunda gündeme gelen, ilçenin kültürel etkinliklerini içeren planların ve isteklerin önemini vurguladı.

Gönen Belediye Başkan Yardımcısı Mehmet YILMAN, Gönen’in Kurtuluşunun Yüzüncü Yılında Samet Arıker’in önerdiği akademik sempozyum ve etkinlikler yapılması düşüncesi için çalışmalara başlanacağını haber verdi.

Fotoğraflarla Gönen kitabı çalışması da toplantıda konuşuldu. Fotoğrafların taranması ve kitabın oluşturulması için teknik destek ihtiyacı olduğu belirtildi.

 

 


Osmanlı Tarihi Ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -XVIII-

 

Osmanlı Tarihi Ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -XVIII-

                                                                           Mustafa ÖZCAN

 

Annales Okulu bakışı, Dünya Sistemi kuramı, Büyük Tarih yaklaşımı, Kliodinamik (matematiksel) Tarih modeli gibi bu dizinin daha önceki bölümlerinde sözünü ettiğim 20. yüzyılda tarih anlayışına getirilen çeşitli entegratif görüşlerin izdüşümüyle Osmanlı tarihine holistik perspektiften bakılırsa herhalde şimdiye dek pek rağbet edilmemiş bir tarzda konu özsel olarak ele alınmış olacaktır.

Ama ilkin bir hususu açıklığa kavuşturmak gerekir.

Çeşitlenmiş bir belge kültürü olan Batı tarihinden farklı olarak Osmanlı’nın geçmişini esas alan tarih biliminde ağırlıklı olarak halen bugün dahi en çok başvurulan kaynaklar vakayinameler, yani kronikler veya diğer bir deyişle de anallardır.

Bunlar, tarihsel olayları kronolojik (takvim akışlı) olarak vaka-ı nüvis tarafından kayda geçirilmiş, yazanın pek çok öznel görüş ve yorumunu da içeren olay bilgisel kayıtlar şeklinde öznelliğe sahip yazılı belgelerdir. Bundan dolayı Osmanlı tarihi, bilimsel niteliği daha ağır basan Batı tarihine kıyasla halen nesnelliğe daha az ulaşmış bir disiplin görünümü sunmaktadır.

Bu bağlamdaki kendine özgülüğünden dolayı da, geçmişi ele alan sosyal bir disiplin olan genel tarih bilimi için bazı paradigmik ilkelerin ortaya çıkmasına olanak verebilecek bir karaktere de sahiptir. Diğer bir deyişle, Osmanlı Tarihi’nin bu embriyonik niş disiplin özelliği nedeni ile tümdengelimsel çıkarımlara uygundur. Bu niteliği “yüksek kuramsal” bir zeminden konuya bakan bir yaklaşım bağlamında ele alındığında tarih geneli için yeni ve anlamlı bazı temel ilkeleri, yani paradigmaları bulgulama olanağı yaratır. Bu yazı dizisinin alçak gönüllü çabası bu yöndedir.

***

Osmanlı’nın, bir imparatorluk olarak olgunluğa ulaştığı dönemde artık “Eski Dünya” nüfus yoğunluğu ve keşfedilmemiş karasal alan varlığı bakımından doğal sınırlarına ulaşmıştı. Bu doğrultuda “Eski Dünya” olan Afro-Avrasya’nın Avrupa ve Avrasya coğrafyasındaki Batılılar Osmanlı’dan farklı olarak Ortaçağ sonunda artık deniz aşırı arazi arayışları ve “Yeni Dünya”nın keşifleri ile meşgul oluyorlardı.

Oysa Osmanlı bu dönemde, böyle bir dünya düzenine olanak vermek yerine hala klasik askeri bir imparatorluk anlayışı ile ganimet peşinde olarak kültüre edilmiş coğrafyaların fetihleriyle yetinmek gibi hatalı bir jeo-strateji benimsemişlik içindeydi. Modern tarzda kültüre edilmemiş coğrafya’nın keşfine yönelmiş büyük güçlerİspanyol örneğinde olduğundaki istisnai durumlar dışında bu işi giderekten ganimet elde etmek yerine mali ve sınaî üretim için gereken doğal kaynak ve zenginliğin elde edilmesi veya bunların denetimi yönünde gereken ekonomik hedeflerle hareket ediyorlardı.

Böylece “Büyük Modern Güçler” ekonomide üretimsel ana etmenler olan toprakemek ve sermaye üçlüsündeki başatlığın topraktan sermayeye geçişi ile kapitalist üretimin başlamasına olanak vererek tükenmekte olan yeryüzü “sonlu” coğrafyasına bağlı kalmaktan kurtulmaya başlamışlardı. Böylece modern dünya, “kısıtlı toprak etmeni yerine insan yaratısı “kısıtlı olmayan” sermaye etmenini temel üretici güç olan emek etmenini kontrol altına almakta kullanarak kapitalist dizgeyi oluşturmayı başlatmıştır.

Bu kapsamda, Avrupai feodal düzen, zamanın ruhuna uygun jeo-ekonomik bir dönüşüm gerçekleştirirken Osmanlı’nın kendine özgü arazi kullanım düzeni olan ATÜT (*), beyt-ül malın (**) ülkesinin modern bir dönüşüm yaparak kapitalist yapıya geçişini engellemiştir.

Çünkü beyt-ül mal, tımar beyliklerinin sayısının hızla artmasına koşut olarak mülki yoğunlaşma yerine artan parçalanma olgusuna verdiği olanak nedeni ile giderek küçülüp verimsizleşen araziden gelip zamanla azalan zirai Öşür (***) gelirine mahkûm kalmıştır. Bu durum açıktır ki Osmanlı ülkesinde sermaye birikim sürecini engelleyen esas ekonomi-politik olgular içinde en başta gelendir.

Bugün hala yurt çapındaki  sermaye birikim oranının nesnel olarak tespitinin yapıldığı planlı kalkınma dönemlerinin başladığı 1960’lardan bu yana ortalama olarak yüzde on düzeyinde seyrediyor olması yüzyıllardır süregelip “gelenekselleşmiş” bu düşük sermayeleşme olgusunun sürdüğünü göstermektedir. Esasen bu düşük birikim olgusunun köken olarak dinsel mahiyetli olarak eldeki tasarrufu ötekine aktarma olarak bilinen “zekât” bazlı tutumdan kaynak almış olan yüzde onluk geleneğin muhtemel bir sonucudur.

Ayrıca şu noktayı da ekonomi tarihsellik açısından belirtmeden geçmek istemiyorum.

Protestan Hıristiyan coğrafyada çoğu Yahudi kökenli olan banker kesiminin baskısı ile borç verme işinden kar payı almak yerine faiz uygulamasına geçilmiş olması sermaye “temerküzü”nü hızlandırmıştır. Böylece öşür (onda birlik) vergi geliri düzenli olarak sürmüş olsaydı bile, Osmanlı’nın, modern Batı’da, mudi ve bankerlerin aldığı ilave bir o kadar onda bir finans kapital payı ile oluşan toplam beşte birlik ülkesel sermaye birikimi sonucu atağa kalkmış olan bu ülkelerdeki ekonomik modernleşme hızına ulaşması gene de mümkün olmayacaktı.

Buradan entegratif genel (holistik) tarih için çıkarılacak paradigmik ilke, tarihsel gelişmenin uzun erimli sürecinde askeri jeo-stratejiye dayalı düzene karşılık ekonomik jeo-startejiye dayalı düzenin daima üstünlük sağlayacağı yönündeki formülasyondur (****).

_________________

(*) Asya Tipi Üretim Tarzı, tımar sistemi düzenini altyapısal bakıştan ele alan maddeci ekonomi-politik disiplinindeki adı.

(**) Kendine has bir vergi gelir sistemine sahip olan Osmanlı hazinesi için eskiden kullanılan ad.

(***) Ondalık, yani onda bir veya diğer bir deyişle yüzde on anlamına gelen İslami zekat geleneği kökenli Osmanlı’da kullanılan Arapça bir terim

(****) Devam edecek.

 

 

26 Nisan 2022 Salı

103 YAŞINDA BİR CUMHURİYET ÖĞRETMENİ

 


Gönen’in işgalini ve kurtuluşunu yaşadı.

Kıymet Gazez, tam bir cumhuriyet öğretmeni. 103 yaşında!

1915 yılında, Gönen’de doğan, emekli edebiyat öğretmeni Kıymet Gazez, Atatürk ile iki kez karşı karşıya geldiğini vurgularken, “40 yıl, Atatürk’ün sayesinde edebiyat öğretmenliği yaptım. O, olmasaydı, okur-yazar bile olamazdım. Bugün bile ülkemizde hangi taşı kaldırsak, altından Atatürk’ün bir eseri çıkar.” Dedi. Kışları Gönen, yazları ise Erdek’te, Cansever Sitesi’ndeki dairesinde yaşayan Gazez, Atatürk ile ilk karşılaşmasının, Balıkesir’de, Kız Ortaokulu’nun üçüncü sınıfında öğrenciyken gerçekleştiğini belirtirken, şunları söyledi:

“Müdürlüğünü Hayri Egeli’nin yaptığı okulumuzun üçüncü sınıfında okuyordum. Sınıfımızda 16 kız vardı. O gün, okulumuza Atatürk’ün geleceği söylendiğinde hepimiz çok heyecanlandık. Derslere ara verildi ve Atatürk’ü beklemeye başladık. Benim masam, pencerenin yanındaydı. Atatürk’ten önce onun gri renkli köpeği sınıfa girip şöyle bir dolaşarak, çıktı. Ardından gri renk bir sivil takım elbiseyle Atatürk, sınıfımıza girdi. Selam verip bizlere gülümsedikten sonra arkaya, benim masamın yanına gelerek, arkasını cama dayadı. Bir arkadaşımızı tahtaya kaldırdı. Bir ara elini, masamın üzerine koydu. O anda uzanıp elini öpmek istedim ama cesaret edemedim. Bir süre sonra da sınıfımızdan ayrıldı. Bugün, halen neden Atatürk’ün elini öpemediğime üzülüyorum. Atatürk, o akşam, İstasyon Meydanı’nda, halka bir konuşma yaptı. Hınca hınç bir kalabalık vardı. Meydan, bayram yeri gibiydi. Neredeyse tüm Balıkesir oradaydı. Atatürk’ün konuşmasını, meydanın hemen yanındaki bir akrabamın evinin balkonundan dinledim.”

Bir yıl sonra, cumhuriyetin 10. Yılında Bursa Öğretmen Okulu’nda öğrenciyken, bu okulun izcisi olarak Ankara’ya gittiğini belirten Kıymet Gazez, şöyle konuştu:

“O gün, Atatürk, kurmaylarının da bulunduğu bir araçla stadyuma giderken, çok yakınımızdan geçti. Elimi uzatsam, ona dokunabilecek kadar yakındım. Atatürk’ün o yıl orada okuduğu 10. Yıl Nutku’nu canlı bir şekilde dinleme mutluluğuna ulaştım. O nutkun sonundaki,”Ne mutlu Türk’üm diyene!” cümlesi büyük alkış toplamıştı.”

Atatürk gibi bir devlet adamının bir daha dünyaya gelmeyeceğini vurgulayan emekli edebiyat öğretmeni Kıymet Gazez, “Atatürk, padişahlık döneminin borçlarını ödedi. Kurtuluş Savaşı’ndan başarıyla çıktı. Devrimleri yaptı. Cumhuriyeti kurdu. Onun döneminde öğretmenlik maaşım 42 liraydı. Sonra 50 lira oldu. Harca harca bitmezdi. Paranın değeri vardı.”

            GÖNEN’İN İŞGALİNİ VE KURTULUŞUNU YAŞADI

Doğum yeri Gönen’in düşman işgalini ve kurtuluşunu gördüğüne işaret eden Gazez, şunları anlattı:

“İşgal yıllarında, Gönen’de bir Rum Mahallesi ve Rum Kilisesi vardı. Yunan askerlerinin kışlası bulunuyordu. Rumlarla Yunanlıların astıkları astık, kestikleri kestikti. Gönen Müftüsü, Kurtuluş Savaşı’yla ilgili vaaz verdi diye tırnakları sökülerek, işkenceyle öldürüldü. Bir gece Rumlarla Yunanlılar, Gönen’de Türk katliamı yapmaya karar verdiler. Müslümanların yaşadığı evlerin kapılarına, kireçle çarpı işareti koydular. O gece, tüm komşular, bizim evde toplandılar. Kadınlar, korkudan birbirlerine sarılarak ağlaşıyordu. Ben, annemin kucağındaydım. Annemin, korkudan titrediğini hissediyordum. Namazlar kılınıyor, dualar ediliyordu. Hava kararırken, ilçede silah sesleri duyuldu. Balıkesir’den gelen Kuvay-ı Milliye güçleri ilçemize girerek bizleri kurtarmış, Yunanlıları yok etmişti. Sabaha karşı minarelerimizden okunan ezanlar, kurtuluşumuzu müjdeliyordu. Yine hiç unutmuyorum, Yunanlıların, ilçemizden yok edilmesinin ardından Zeytullah ismindeki kişi, bugünün Darüşşafaka kurumu gibi bir “Öksüzler Yurdu” açtı. Kurtuluş Savaşı’nda babalarını yitiren çocuklar, bu yurtta barındırılarak okutulup meslek sahibi yapıldılar.”

İlkokula başladığı sırada Arapça harflerle öğretim yapıldığına dikkat çeken Gazez, şöyle konuştu:

“Arap harflerini hiç sevmedim. Zaten 1. Sınıftan 2. Sınıfa iltimasla geçtim. İkinci sınıfı Balıkesir’de okudum.1928 yılında, dördüncü sınıf öğrencisiyken, Latin harfleri kabul edildi. Bu harfleri çok sevdim. Eğer Atatürk, ülkemizde Latin harflerini getirmeseydi, değil ülkeme 40 yıl hizmet etmek, okur-yazar bile olamazdım.”

            DENGELİ BESLENİYOR

Uzun yaşamın sırrını öncelikle dengeli beslenmesine bağlayan 103 yaşındaki Kıymet Gazez, şunları söyledi:

“Beslenme konusunda doktorların önerilerine aynen uyarım. Aradan 4 saat geçmeden, yeni bir şey yemem. Meyveyi, yemekten önce yerim. Her yemeğimde zeytinyağı kullanırım. Sebze yemeklerini tercih ederim. Mecbur kalmazsam et yemekleri yemem.”

NOT: Bu söyleşi, Bandırma Ticaret Odası’nın 2017 yılı dergisinde ve diğer yayın organlarında yayınlanmıştır.

Önder Balıkçı

 

11 Nisan 2022 Pazartesi

Osmanlı Tarihi Ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -XVII-

 

Osmanlı Devleti’ne tabakalaşmasının paralelinde yapısındaki işlevsellik yönüyle, global olarak genel hatlar dikkate alınıp tarihsel özü mahiyeti ile bakıldığında devlet sisteminin temelinde üç ana kurumsal yapının varlığı gözlenir: Askeridini ve mesleki. Öte yandan da söz konusu bu üç kurumun fiili varlık olarak sosyal yapıdaki tabaklaşma çerçevesinde seyfiyeilmiye ve ahilik sınıfı kadroları şeklinde bir zümreleşmeyi de oluşturdukları göze çarpar.

Seyfiye sınıfı (zümresi), teşkilat olarak başlangıçta Selçuklulardan geldiğinden taşra olarak addedilebilecek eski Beylikler sahasında varlığını sürdürüyorken bir Avrupa coğrafyası olarak Rumeli’deki yayılmanın sağladığı olanaklarla zamanla giderekten Hanedan odaklı olarak merkezin bir öğesi olmuştur. Gene Hanedan’a yakın bir zümre (sınıf) olarak ilmiyeteşkilatı olarak kuruluş döneminde taşradaki tarikat şeyhlerince temsil edilirken daha sonraları “payitaht” merkezindeki ulema kadrolarının bu alanın iktidar gücünü ele geçirmesi ile bu zümrece temsil edilmeye başlandığı görülmektedir.

Öte yandan iktidar gücünün sıklet noktasının merkez-çevre arasında Osmanlı tarihi boyunca gel-git hareketi yapan bir salınım sergilediğini burada yeri gelmişken özellikle belirtmeden geçmemek gerekir. Bu durumun, yani iktidar gücü sıklet özeğinin merkezçevre arasındaki gel-git şeklindeki oynaklığı üretsel esasa yerine fetih esasına dayanan, yani altyapısal olmayıp üstyapısal toplumsal dizge temelli olan devlet yapısının bir sonucu olduğunu belirtmek doğru ve yerinde olacaktır.

Ayrıca, devlet yapısında zaman içinde ortaya çıkan kaçınılmaz bir olgunlaşma olgusu olan bürokratikleşmenin bir sonucu olarak da İmparatorluk’un son asırlarında ortaya çıkan bu süreçte bir “kalemiyye” sınıfının oluştuğu bilinmektedir. Söz konusu bu bürokratik kurumlaşmanın başlangıcı olarak da Osmanlı’da Batı tipi diplomasinin belirdiği bir dönem olan “Lale Devri”ni kabul etmek doğru olacaktır. Ancak, gerçek anlamda Batı tipi bir bürokratikleşme süreci için Tanzimat dönemini beklemek gerekmiştir diye düşünüyorum.

Merkez-çevre arasında ortaya çıkan bu yatay boyuttaki güç sıkleti noktası kaymalarının yanı sıra, yine vurgulanması gereken diğer bir benzer bir olgu daha vardır. Bu, dikotomik kutupsal bir yapılanış biçimi olan dikey boyutun en önemli temel-öğesel göstergesi olarak ahilik ve ilmiye teşkilatları arasında tarih boyunca gene karşılıklı gel-git hareketi şeklinde görülen iktidar gücü sıklet noktalarındaki kaymalardır.

Öte yandan, birey olarak insan, dolayısıyla derlemsel yapı olarak toplum formasyonuna özdeksel ve tinsel yönler sağlaması bakımından ticari (ekonomik) mahiyetteki kurumlaşmanın, dini mahiyette olandan, toplumsal değerler sağlama yönü ile Osmanlı Emperyal Sistemi’ne total olarak daha düşük düzeyli bir temsiliyet sağladığı açıkça görülmektedir. Bu iki toplumsal kurumdan ilkinin İmparatorluk’un yükseliş, diğerinin ise duraklama ve gerileme dönemlerinde özellikle güç kazandığını söylemek yerinde bir saptama olacaktır.

Bu bağlamda konuya tekraren bakıldığında, Osmanlı’nın emperyal bir düzen olarak ereğinin fetih edilmiş büyük coğrafyada ticariemtia transaksiyonuna ve sağlıklı bir küresel iletişime fiziken erişim güvenliğinin sağlaması ve denetlemesi olduğu görülmektedir.

Bu bakımdan, varoluşunu belirtilen bu maksatla sağlayan “hegemonik bir düzen şekli olarak Osmanlı İmparatorluğu,nüfus yoğunluğu dikkate alındığında eriştiği coğrafyadaki doğal-kıtasal sınırların genişliği yönüyle Batı’nın ve Ortadoğu’nun en son “Ortaçağ Emperyal Düzeni” örneğini oluşturduğunu söylemek olanaklıdır.

Bu nedenle “Pax Ottomana” teriminin hiç de yanıltıcı olmadığını vurgulamakta yarar var sanırım.(*)

__________________

(*) Devamı gelecektir.

Mustafa Özcan