11 Aralık 2018 Salı

BANDIRMA ON YEDİ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ ULUSLAR ARASI BANDIRMA VE ÇEVRESİ SEMPOZYUMU SEMPOZYUM PROGRAMI VE BİLDİRİ ÖZETLERİ 17-18-19 Eylül 2018 tarihli yayınlanmış sempozyum özetlerinden


Bandırmalızade Haşim Baba Divan’ında İç Kafiyeli (Musammat) Şiirler

                                                           *Dr. Öğr. Üyesi İsmail AVCI

ÖZET
Bandırmalızade Haşim Baba 18. Asır müelliflerinden biridir. 1718 yılında Üsküdar’da dünyaya gelen Haşim Baba’nın asıl adı Mustafa Haşim’dir. Dedesi Hamid Efendi, babası Yusuf Nizameddin Efendi’dir. Haşim Baba dedesi tarafından tesis edilen Üsküdar’daki Bandırmalızade Dergâhı’nın babası Yusuf Nizameddin Efendi’den sonraki postnişinidir. Celveti adap ve erkânına göre yetişen Haşim Baba daha sonra Bektaşiliğe meyletmiş ve Mısır’a giderek orada Kaygusuz Abdal Bektaşi Tekkesi şeyhi Hasan Baba’ya intisap etmiştir. Ayrıca Hacıbektaş’taki Bektaşi Asitanesi’nde dört yıl kalmış ve Dimetokalı Seyyid Kara Ali Baba zamanında bir dönem dedebabalık yapmıştır. Ancak Bektaşilerin bir kısmı onun şeyhliğini kabul etmemiştir. Haşim Baba, Divan’ında soyunun Hz. Aliye dayandığını ifade etmektedir. Şair 1783-3 yılında vefat etmiştir. Haşim Baba’nın Divan, Varidat, Anka-yı Maşrık ve Devriyye-i Ferşiyye olmak üzere dört eseri vardır. Bu çalışmada şairin Divan’ında yer alan iç kafiyeli (musammat) şiirler konu edilmiştir. Haşim Baba’nın eserinde aruzun iki eşit parçaya bölünebilen kalıplarıyla yazılan ve ahenk bakımından oldukça güçlü olan bu tür şiirlerden 20 adet tespit edilmiştir. Çalışmada iç kafiyeli şiir ve bu konudaki meşhur örneklerden söz edildikten sonra Haşim Baba’nın Divan’ında yer alan bu vasıftaki şiirler incelenecek, bunların ahenge katkısı tespit edilmeye çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler; Bandırmalızade Haşim Baba, Divan, iç kafiye

*Balıkesir Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

13 Kasım 2018 Salı

BANDIRMA ON YEDİ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ ULUSLAR ARASI BANDIRMA VE ÇEVRESİ SEMPOZYUMU SEMPOZYUM PROGRAMI VE BİLDİRİ ÖZETLERİ 17-18-19 Eylül 2018 tarihli yayınlanmış sempozyum özetlerinden



ÖMER SEYFETTİN’İN “KURBAĞA DUASI” HİKÂYESİNDE METİNLER ARASILIK

                                                                                     Doç. Dr. Osman ÜNLÜ*


ÖZET

            Gönen’in yetiştirdiği önemli kişiliklerden biri olan Ömer Seyfettin, modern hikâyeciliğin ilk ve en önemli temsilcilerindendir. Ömer Seyfettin’in bazı hikâyelerinde zaman zaman klasik kaynaklardan faydalandığı uzun zamandır bilinmektedir. Ömer Seyfettin, özellikle Yeni Mecmua’da “Eski Kahramanlar” serisi içinde yer alan tarihi ve epik hikâyelerinin konularını Naima ve Peçevi tarihlerinden çıkarmıştır. Bu tür hikâyelerin üzerinde çok durulan bir örneği olan Başını Vermeyen Şehit’te Ömer Seyfettin, büyük ölçüde Peçevi Tarihi’nden yararlanmıştır. Ömer Seyfettin, Peçevi Tarihi’nde bir arasöz olarak yer alan manzum bir destanın bütün unsurlarını almış, fakat onları çağdaş hikâye metotlarına göre işlemiş ve kendinden pek çok şey katmıştır. Ömer Seyfettin, hikâyenin başına Peçevi Tarihi’nden alıp yerleştirdiği epigrafla da hikâyesinin kaynağını bu eserden aldığını ifade etmek istemektedir. Bu türden bir kaynak kullanımı da “Tos” hikâyesinde bulunmaktadır. Nev’i-zade Atayi’nin Hamse’sindeki Nefhatü’l ezhar mesnevisinde yer alan bir hikâye ile “Tos” arasındaki şaşırtıcı benzerlik daha önceki araştırmalarda ortaya konulmuştur.
            Bu çalışmada Ömer Seyfettin’in başka bir hikâyesi olan “Kurbağa Duası”nda klasik hikâyenin izleri sürülecektir. Bu konuda başvuracağımız klasik kaynak, Gedizli Azmi (öl. 1016/1607) tarafından kaleme alınan Kitab-ı Hiyel olacaktır. Kaynaklarda yanlış olarak Menakıb-ı Hamsin ve Kitab-ı Kümük adlarıyla geçen bu eser bu şekliyle ilk defa burada ele alınacaktır. Hileler Kitabı, iki ana bölüm ve bu bölümler içinde alt bölümlere ayrılmış bir eserdir. İlk bölümde yazar, hükümdar ve âlimlerin başlarından geçen ve hile ilgili hikâyelere yer vermiştir. İkinci bölümde ise dört alt kısım bulunmaktadır. Burada, kurnaz insanlar, arifler, hayvanlar ve kadınların yer aldığı ve konusu hile olan hikâyelere yer verilmiştir. Bu eserdeki hikâyelerden birindeki bir hile, aynı şekilde Ömer Seyfettin’in “Kurbağa Duası” hikâyesinde de kullanılmıştır. Mekân, kişiler ve olay arasında farklılıklar olmasına karşın olay örgüsünün iskeleti her iki hikâyede de ortaktır.
            Bildiride bu hikâyeler hakkında bilgi verildikten sonra metinler mukayese edilecek, benzer ve farklı yönler ortaya konulacaktır. Ayrıca her iki hikâyede de dönemin sosyal ilişkilerini irdeleyen ve eleştiren yönlerinin bulunması da kayda değer hususlardandır.


Anahtar Kelimeler; Ömer Seyfettin, Kurbağa Duası, Gedizli Azmi, Kitab- Hiyel, metinler arasılık


*Manisa Celal Bayar Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü


24 Ekim 2018 Çarşamba

BANDIRMA ON YEDİ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ ULUSLAR ARASI BANDIRMA VE ÇEVRESİ SEMPOZYUMU SEMPOZYUM PROGRAMI VE BİLDİRİ ÖZETLERİ



17-18-19 Eylül 2018 tarihli yayınlanmış sempozyum özetlerinden


BANDIRMALI SANAYİCİLERİN BAKIŞ AÇISIYLA KUŞ CENNETİ MİLLİ PARKI
                                                                                                                     Ferhat ARSLAN*

ÖZET;

Kuş Cenneti Milli Parkı (KCMP) barındırdığı kuş türleri ve ekosistem işlevleri nedeniyle korunan alanlar kapsamında farklı bir öneme sahiptir. Milli parkta kirliliğin artması ve buna bağlı olarak da çeşitli sorunların yaşanması çeşitli çevrelerce sorumlu kişi/grup arayışını da beraberinde getirmiştir. Birçok kişi ise kirliliğin önemli oranda sahadaki sanayi tesislerinden kaynaklandığını savunmuş ve çevreye gereken önemi vermedikleri gerekçesiyle bölgedeki sanayicileri sürekli olarak suçlamıştır. Bu çalışma sanayicilerin kendilerine yöneltilen suçlamalar ve KCMP ile ilgili görüşlerini ortaya koymayı amaçlamıştır. Çalışma kapsamında; bölgedeki sanayicilerin doğa koruma programlarını nasıl algıladıkları, kendilerine yöneltilen suçlamalara hangi cevapları verdikleri, mili parkı korumak için uygulanan programları sanayicilere ne gibi etkilerinin ortaya çıkarılması hedeflenmiştir. Araştırmada saha çalışması temel metodoloji olarak kullanılmış ve alanda bir yılı aşkın süre ile değişik zamanlarda incelemelerde bulunulmuştur. Bu kapsamda sanayicilerle ve sanayileri temsil eden sivil toplum kuruluşlarıyla açık uçlu sorular kullanılarak görüşmeler yapılmış ve elde edilen bulgular mevcut literatür ışığında değerlendirilmiştir. Çalışma neticesinde sanayicilerin çevre duyarlılıkları olmasına rağmen bir dizi etken dolayısıyla çevresel yatırımlarda isteksiz davrandıkları tespit edilmiştir. KCMP’nin kirlenmesine neden olan diğer faktörleri bir kenara bırakarak sanayicileri suçlu ilan etmek doğru bir yaklaşım değildir. Ancak sanayicilerin de bu bakış açısından hareketle kirletici unsur olarak kendi dışındaki sektörleri, kurumları, idari ve sosyal süreçleri sorumlu tutmaları ve dikkatleri onların üzerine çekmelerinin haklılık payı yoktur. Sanayicilerin kendilerini de sorunun bir parçası olarak görmesi daha sürdürülebilir bir gelişme için anahtar olabilir.


Anahtar Kelimeler; Bandırma, Kuş Cenneti, Milli Park, doğa koruma, sanayileşme.
*Manisa Celal Bayar Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Coğrafya Bölümü

10 Ekim 2018 Çarşamba



İsmail Hakkı Uzunçarşılı'nın Karesi Vilayeti Tarihçesi'nin Abdullah YILMAZca günümüz diline kazandırılmıştır

PEMANİNUS= ESKİ MANYAS
Şimdiki Eski Manyas Köyü bunun yerini tutar. Eski kale harabesi Maltepe adı verilen bir tepe üzerindedir. Eski kasaba ve civarına  (Pemaninum) adı verilmişti. Pemaninus askeri bölgeydi. Burada Apollon yoluyla aynı zamanda otlak olan (İskolab) yolu vardı. Hatip (Aristid) Pemaninustaki İskolab tapınağını şehrin en önemli binası olarak anmıştır. Burası bir zamanlar (Episkopos) Hristiyanların merkezi olmuştur. Pemaninus’ta hem Roma ve hem Bizans devrine ait enkaz ve yazıt parçalarına rastlanır. Manyas Çayının eski ismi (Tarsus)tur. Eski Manyas’ta 756 numara ile müzede saklı adak levha bulunmuştur. Bu levha Milattan Önce birinci yüzyıla ait olup Apollon (Karateatus)a sunulmuştur. Levha on yedinci salondadır.

13 Ağustos 2018 Pazartesi

Ömer Seyfettin hakkında Hayat Mecmuasında yayınlanan notlar


Ömer Seyfettin hakkında Hayat Mecmuasında yayınlanan notlar (Abdullah Yılmaz tarafından derlenmiştir).

Aziz Ulularımız
—Ömer Seyfettin sağ olmalıydı da bunu yazmalıydı!
İşte bir temenni ki yedi seneden beri onu tanıyanların ağzında –kuvvetini hiç kaybetmeksizin- dolaşıyor. 
Cihan harbinin büyük bir felaketi içinde zengin muhayyilesi, canlı kalemiyle tek başına Türk matbuatını, Türk karilerin bedii ihtiyacını tatmin etmiş, her hafta ‘Yeni Mecmua’da, iki üç günde bir ‘Vakit’ gazetesinde bazısı ciddi, bazısı mizahi, fakat hepsi ‘teknik’ itibariyle ustalıklı çeşit çeşit  ‘enteresan’ hikâyeler yazmıştı.
6Mart 1920, Cumartesi… Meşum bir gündür.
Resim 1-Ömer Seyfettin, İdadi Mektebinde 1315
Çünkü Türk edebiyatının ve Türk gençliğinin bu ‘orijinal’ bu ‘nevi şahsına münhasır’ siması işte o gün çok sevdiği hayata gözlerini kapadı. Hastalığı neydi, bu hala anlaşılamadı.; Nevralji dediler, romatizma dediler şeker dediler, hiç birinde karar kılmadılar. Ölümünden hayli zaman sonra ‘galiba Frengiydi’ rivayeti çıktı. Bu rivayet teşhis edilemeyen hastalıklara verilen müdaren vasıftır. Şu muhakkak ki pek kıymetdar gencin hastalığı anlaşılamadı… Ve… Binnetice kurtarılamadı.
Ömer Seyfettin 1299da Gönen’de doğdu. Babası binbaşı merhum Ömer Beydir. Daha iki üç yaşında iken yalnız kağıt ve kurşun kalemle oynardı. Bunu gören bir kadın hoca, annesine;
—Maşallah, çocuğun pek hevesi var, bana yollasanız da okutmaya başlasam.
Demiş. İşte böyle bir teklifle Ömer dört yaşında o kadıncağızın mektebine başlanmıştır. ‘And’ isimli hikâyesinde bu ilk mekteb hayatını şöyle anlatır.
‘Nasıl sokaklardan ve kiminle giderdim, bilmiyorum. Mekteb bir katlı ve duvarları badanasızdı. Kapıdan girilince üstü lapalı bir avlu vardı. Daha ilerisinde küçük, ağaçsız bir bahçe… Bahçenin nihayetinde ayakyolu ve gayet kocaman abdest fıçısı vardı. Erkek çocuklarla kızlar karma karışık otururlardı, beraber okur, beraber oynarlardı. ‘ Büyük hoca’ dediğimiz kınalı ve az saçlı, kambur, uzun boylu ihtiyar bir kadındı. Mavi gözleri pek sert parlar gaga gibi eğri ve sarı burnuyla tüyleri dökülmüş hain ve hasta bir çaylağa benzerdi. Küçük hoca erkekti. Ve büyük hocanın oğluydu. Çocuklar ondan hiç korkmazlardı. Galiba biraz aptalcaydı. Ben arkadaki rahlede, büyük hocanın en uzun sopasının uzanamadığı bir yerde otururdum. Kızlar, belki saçlarımın açık sarı olmasından bana hep ‘Akbey’ derlerdi. Erkek çocukları ya adımı söylerler yahut ‘Yüzbaşı oğlu’ diye çağırırlardı.’

Aile, Gönen’den İstanbul’a gelince kendisini Aksaray’da Yusufpaşa’da Mekteb-i Osmaniye verdiler. Oradan Baytar Mektebine geçti, ikmal etti. Kuleli’yi istemedi. Edirne İdadisine gitti.1319da Harbiye’den Piyade Mülazımı Sani olarak çıktı. 1322 senesine kadar İzmir Redif Fırkasında hizmet etti. 1322de açılan İzmir Jandarma Zabitan ve İfrad Mektebine muallim tayin edildi.1324 senesi Mülazım-ı Evvelliğe Üçüncü Ordu Nizamiye taburlarına, biraz sonra’ Yakurit’ hudutlarına naklolundu.1326 senesi tedris ücretini vermek üzere askerlikten istifa etti. Selanik’e gitti. Orada intişara başlayan Genç Kalemler mecmuasıyla Rumeli Gazetesinde muharrirlik etmeye başladı. İtalya Harbinden sonra tekrar orduya davet edildi. Balkan Muharebesine iştirak etti. Yanya kalesinde esir düştü. Bir sene Yunanistan’da kaldı. İstanbul’a dönünce tekrar askerlikten istifa etti. Hiç bir memuriyet almadı; muhtelif gazetelere, mecmualara yazı yazarak hayatını temine uğraştı.1330 senesi münhal olan Kabataş Lisesine edebiyat muallimi tayin edildi. Ölünceye kadar muallim ve muharrir kaldı. Pembe İncili Kaftan hikayesindeki kahramanını anlatmak için yazdığı şu satırlar kendi şahsiyetinin pek sahih bir tavsifidir.;
‘Namusuyla yaşar, kimseye Eyvallah etmezdi. ‘Yegâne mefkûresi Allahtan başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamaktı. İnsan her mevcudun fevkindeydi. Kuyruğunu salaya sallaya efendisinin paçalarını yalayan köpeğe tıpatıp pek yakışırdı. Ama insana…’
Ömer’i benim gibi yakından tanıyan merhum Ziya Gökalp de onun için şu sözleri söylerdi; ‘Kumanda ettiği hudut bölüğünün Mehmetçikleri gibi, gurur, tefahur, menfaat hislerinden uzaktı.’Mahaza izzet-i nefsini pek galipti. Başkalarının haysiyetine çok riayet ederdi. Hatta hizmetçi kızlara –Ahretlik- demez, diyenlere kızar, yalnız  -Evlatlık- tabirini kullanırdı. Neşeli bir gençti. Bedbini nedir bilmez, yaşamaktan derin bir zevk duyardı. Tanıdıklarım içinde hayattan onun kadar hoşlanan henüz kimseye tesadüf etmedim. Pek eski bir arkadaşımdı. Gözünden bir damla yaşın aktığını görmedim. Kederli günleri olmaz değildi. Hatta pek muazzeb olduğu dakikaları hatırlıyorum; fakat kederi hiç sevmez, ondan kaçmak çarelerini arardı. Sanatkâr yaratılmıştı. Binaenaleyh biraz muvazenesiz, hatta eksantrikti. Bazı mefkure arkadaşlarının haricindeki insanları –fantezi- telakki eder. Bilhassa cakacı, nümayişci yahut sersem, dalgın, kılıbık adamlardan hoşlanır, mevzularını onların mizaçlarından ilham alarak canlandırırdı. Kendisini tanıyanlar onun tuhaflıklarını –büyük bir zevkle-hatırlarlar. Vaktiyle İnci mecmuasında, geçenlerde de Resimli Ay’da bazı hoş hareketlerini yazmıştım. Mesela Rumeli’nde Yakurit  hudut bölüğü kumandanı iken-pek münasebetsiz, pek büyük- diye razlıktaki bütün horozların ibiklerini kestiği meşhurdur. Yine mesela Selanik belediyesi sokak köpeklerini zehirliyor, halk arasında aleyhdarane dedikodular oluyordu. Ömer belediye reisine ‘zehirlemeyiniz, hadım ediniz. Hem nesli tükenir hem kimsenin haberi olmaz.’ Diye tavsiye etmişti. Dikkate pek şayan marazi bir hal bazen kendisini simsiyah bir duman gibi sarardı. Bunu bir hikayesinde pek realist bir kalemle tasvir etmektedir. İşte;
‘O gün İstanbul’da kalsam bile hiçbir işimi yapamayacaktım. Müthiş, acı, anlatılmaz bir sinir nöbeti beni kıvrandırıyordu. Bu korkunç hali bilmeyenler ne kadar mesutturlar. İnsanın birden bire bütün ümitleri, bütün zevki, bütün neşesi kayboluyor. Gözünün önünde hayat, hava, ufuk her şey kararır. Dostlar düşman kesilir. Sevgililerden nefret edilir.  Ben işte bu sinir denen ateşsiz cehennemin içine düşünce kendimi kırlara atarım. Tenha korular, sevinçli mazilere benzeyen gölgeli yollar, dallarda geçmiş bir saadetin canlı hatıraları gibi uçuşan kuşlar bana İlahi bir teselli füsunuyla tesir eder, hafiflerim. Beynimdeki ağırlık yumuşuyor, şakaklarımın ateşi söner.’
Bir şeyden çabuk bıkar, canı çabuk sıkılırdı. Fakat buna rağmen okurken, yazarken hayret edilecek bir azim gösterirdi. Sabahtan akşama kadar hiç durmaksızın yazı yazdığını birçok günler hatırlarım. Zahiren bir lafı bir lafına uymaz bir adam gibi görünüyordu. Ve öyleydi; Fakat bu esası undeleriyle alakadar olmayan şeylere münhasırdı. Hakikatte vecd-i talakki ettiği noktalarda bariz bir seciye gösterirdi. Ölünceye kadar bütün şümülüyle nasyonalist kaldı. 
Hikâyelerinde bu umde daima göze çarpar. Kozmoplitlerin şedit bir düşmanıydı.’Primo’ ‘Piç’ ‘Von Sadriştaynın oğlu’’ Yeni Kahramanlar’ gibi bir çok novelleri onun milliyetperverliğini pek bariz ifade ederler. Ölüm döşeğinde bile mütemadiyen ‘Kuvvayı Milliyeden murahhas geldi.’ Diye sayıkladı durdu.
Türkçeye Türk Sarfı hakim olmalıdır. İddiasının mücahid ve müdafiiydi. On sene daima onun için çalıştı. On yedi sene evvel Selanik’te neşrine başladığımız Genç Kalemler’in Yeni Lisan unvanıyla tamimine çalıştığı bu nazariye ilk önce Ömer Seyfettin’in kafasında canlanmıştı.  O zaman Bulgaristan hududunda bir bölük kumandanı olan Ömer bir gün bana şu mektubu yazmıştır.
‘Cevabınızı almadan işte ben yazıyorum. Size bir teklifim var. Kanaatlerinize pek yakin olduğu için hemen kabul edeceksiniz sanırım. Bakınız ne? Biraz izah edeyim; edebiyattan nefret ettiğimi ve bu nefretimin iğrenç tiksindirici bir nefret olduğunu yazmıştım.  Bu nefretim edebiyata olmaktan ziyade lisanadır, bizim lisanımız her zaman düşündüğünüz gibi, berbat, perişan, fene mantığa muhalif bir lisandır.  Garp edebiyatlarını bir az tanıyan mümkün değil bu nefretten kurtulamaz. Bu lisanı hükümet kuvveti, mesela Maarif Nezareti yahut –cahillerden teşkil edecek-bir encümen tasfiye edemez. Zaman ve vakıfane bir sa’yı tasfiye eder. Ben işte edebiyattan sonra tetebbi’ edeceğim fenlere, ilimlere çalışırken bu tasfiyeye yardım edeceğim. (…) Ve(…) gibi nura, hakikate muhtaç Türkleri Asya’nın karanlıklarına götürmeye çalışacağım. Sa’yimin esasını teşkil edecek noktalar pek basit; Arapça, Farsça terkiplerin hiç lüzumu yoktur. Bunlar ancak süs içindir. Kimin gösterecek, teshir edecek fikri yoksa onları çok kullanmıştır. Eğer terkipler terk olunursa tasfiyede büyük bir adım atılmış olmaz mı? Bunu yalnızca başaramam, geliniz Canip Bey, edebiyatta, lisanda bir ihtilal vücuda getirelim. Ah! Büyük fikir sa’yı sebat ister.
İşte Yeni Lisan hareketi bu mektupla başlamıştır. Zannedildiği gibi ne Ziya Gökalp, ne de hiçbirimiz onu ilk düşünen adamlar değiliz. Nitekim Ziya Gökalp Diyarbakır’da neşrettiği Küçük Mecmua’da bunu samimiyetle şöyle itiraf etmiştir;
‘Yeni Lisan cereyanı dallanarak, Türkçülük, Halka doğruculuk, Milli Hars hareketlerinin doğmasına sebep oldu. İşte bütün bu fikri cereyanların başlangıcı, Ömer Seyfettin’in saf, masum ruhunda feveran eden sari, müstevli bir iman sıtmasıdır. ‘ Aynı itiraf Türkçülüğün Esasları ‘nda da okunur.
Ömer Seyfettin, daha Yeni Lisan hareketi başlamadan çok evvel Edebiyat- Cedidcilerin düşmanıydı. Ta 1323de yolladığı bir mektupta Mavi ve Siyah’ın Baran Dervu’lmas’ından gayri ihtiyari tiksiniyorum, diye yazmıştı. Bir sene sonra yazdığı bir başka mektupta; Bedbinliğim gittikçe büyüyor, diye yazmıştı. O kadar namütenahi derinlik kesbediyor ki ben içinde kayboluyorum. Size gıpta ediyorum. Mademki onları okuyabiliyorsunuz, mutlaka yazacaksınız. Fakat zavallı ben… Dimağımda şüphesiz marazi ve gaddarbir intiba husule getiren bu beğenmezlikle asla muvaffak olamayacağım. Üç ayda gecelerimin yarısını sarf ederek vücuda getirdiğim bir tiyatroyu geçen gün bitirdim, derler ki herkes kendi eserini beğenir. Ben asla… Adem-i muvaffakiyet beni müteezzi ediyor. Kendimle beraber kimseyi beğenmiyorum. Yazılarımı yırtmak için yazıyorum. Ben edebiyatta yalnız sanata kail olmam. Yalnız sanata kail olsam edebiyatı pek küçük görmüş olacağım. Halbuki o benim nazarımda o kadar büyüktür ki… Cehaletin nasuti duyguların alçalttığı beşeriyet için onu bir hars addediyorum. Nazarımda edibler, insanlara adiliklere karşı nefreti talim edecek mürşidlerdir.
Ömer Seyfettin’in edebiyatı, lisan ve ifadece katiyen Edebiyat-ı Cedite bir şey medyun değildir. Halbuki aynı nesilden gençlerin hemen hepsinin en güzideleri dahil olmak üzere –Yazılarında Halit Ziya Beyden gizli aşikar bir tat bulursunuz. Ömer maziden hiiç bir şey almadığı halde kendisinden sonra gelenler- itiraf etsinler, etmesinler, ona çok medyundurlar.
Ömer bütün hayatında Edebiyatsız edebiyat yapacağım der, bu tabiriyle Servet-i Fünuncuların terkib şaklabanlıklarına tasvir ve ifade tuhaflıklarına tariz ederdi. (Halit Ziya-Tevfik Fikret) mektebinin estetiğine galiba bu gün bile meftun olanlar onun için ‘Ömer Seyfettin üslubkar değildi’demeleri üslubu bir az Talim-i Edebiyat zihniyetiyle anlamaktan mütevellid olsa gerekti. Son neslin pek orijinal bir naşiri’Ömer Seyfettinin eserlerinde iki mühim hassa buluyorum; Biri lisanındaki sadelik ve doğruluk, diğeri tahkiyesindeki maharet ve cazibe’ diyor. Filvaki bilhassa hikâyecilik sanatını onun kadar kavramış bir gence tesadüf edemiyoruz. Ondan çok şairane yazarlar var, fakat onun kadar teknik bile yok. Beş sene evvel intişar eden Yarın Mecmuasında Halit Ziya Bey, Ömer Seyfettin’den şöyle bahsediyor.’Ömer Seyfettin’in ilk okuduğum eseriyle derhal hüküm vermiş-işte bir hikaye nüviş-demiştim. Ondan sonra  bu ismin bende bir tesiri musahhiri oldu, ne zaman o imza ile bir şeye tesadüf etsem okumadan geçmezdim.. Ve her defasında hükmümün biraz daha şaşaa ile teyid ettiğine şahit olurdum. Eğer Ömer Seyfettin kim bilir nasıl esbab-ı mecbure ile her kevnciliğe, ve ekseriya sanatkarani yollardan saptıran kabiliyet-i fıtrıyye haricinde taharri-i muvaffakiyet hevesiyle mizahperdazlığa dökülmek istemeseydi bu böyle, her defasında başka bir incila ile devam edecekti. Fakat bu iki hadisenin biri kaza, diğeri hata idi. Ve ikisi de şayan-ı ihmal şeylerdi. Onların fevkinde Ömer Seyfettin’inparlak dehası vardı….’Halit Ziya Beyin işaret ettiği mizahperdazlık  Ömer Seyfettin’e çok şey kaybettirmemiştir. Çünkü ara sıra yazdığı fantezi şeklindeki hikayelerinden bazıları filvaki pek aykırıydı. Fakat hiçbiri hayide ve adi düşmedi. Kendisini yakından tanıyanlarca müsellimdir ki mizahperdazlık Ömer için özenti değil, bir yaratılış bir mizactı. Yine Yarın Mecmuasınde Hüseyin Rahmi Bey şunları yazmıştır.’İmlada, ifadede, tasvirde, düşünüşte eski tarzlarımızın paslanmış bağlarından her gün birini silkerek kaleminden atan bu müceddid-i zeka, bazen bizi A!A! sayhalarına düşürecek kadar cüretkarlıklar yapardı. Henüz kalemi sanatın mefkure-i kıblegahına karşı tamamıyla tevcih edememişti. Çok defa coşar, taşardı. Fakat bir gün istikametini bulacaktı.  Balzac da böyle uzun müddet yolunu aramıştı. Ömer Seyfettin ile Türk hikâyeciliğinin pek feyzli bir istikbali efvel etmiştir.’Ömer Seyfettin’in bir mevzuu canlandırmakta pek hususibir mahareti vardı. En basit, en ehemmiyetsiz bir fıkradan, bir vakadan mükemmel neşeli bir hikaye çıkarabilirdi. Gizli Mabet isimli nefis hikayesini bir akşam yattığımız odanın yağmurdan damı akması üzerine ertesi günü yazıvermişti.  Bu hafta zarfında Bahar ve Kelebekler unvanıyla bir cilt hikayesi daha intişar edecekti. Ölümüne yakın yazdığı her nasılsa Darül Bedayi’de kaybolan Mahcupluk İmtihanı ismindeki komedisinin müsveddeleri tekrar elime geçti. Bu son derece eksantrik eserin sahnelerimizde büyük bir muvaffakiyete mazhar olacağına şüphe yoktur. 
Ömer, velud bir muharrirdi. Peyderpey neşr edilmekte olan hikâyelerinin sekiz on cilt kadar tutacağına şüphe yoktur. 
ALİ CANİP

Ömer Seyfettin’i seven arkadaşlardan bazılarının genç kıymetdar hikâyecimiz hakkında Hayat’a gönderdikleri mülahaza ve tahsislerdir;
ÖMER SEYFETTİN
İçimizden ayrılanları zaman zaman yad etmek, vaktiyle birlikte geçen hoş vakitleri hatırlamak dostluğun en birinci şiarıdır. Dünyaya pek genç gözlerini yuman Ömer hikâyecilikte mahir bir sanatkârdı. Bu gibi muharrirlere İSPİRİTÜEL tabir ederler. Onun en kuvvetli tarafı buydu. Alayı pek severdi. Bilhassa kendilerini dev aynasında gören ukalalara çok takılırdı. Onların herkesten evvel radikal taraflarını bulur. Hem güler, hem güldürürdü. Ne yazık ki bu kıymetli genç vakitsiz öldü. Ve yerini boş bıraktı. Çünkü Ömer başlı başına bir alimdi.
SELİM SIRRI

ÖMER SEYFETTİN MERHUMA DAİR
Üç yüz yirmi üçte Manastırda bölük zabitiyim. O zaman fazla talim yok. Kışlada iç sıkıntısından bütün gün patlıyorum. İki çift lakırdı edecek bir adam bulamazdım. Bereket versin bizim borazan Bekir’e! O ne harikulade sersemdi o! Bekir’in halinden, sözlerinden aldığım zevk dünyada çok az insanda bulmuşumdur. Ben orta kafada insandan bir çırpıda kesilmiş otlar gibi birbirine benzeyen mahluklardan pek hoşlanmam. Nice insan ya dahi doğmuş yahut dehası tersine dönmüş olmalı ki can sıkmasın… ilh’
Bu satırlar Ömer Seyfettin merhumun üslub ve zihniyetini istiare ederek yazdığım Borozan Bekir isimli bir küçük hikayeden alınmıştır. Onun teklifsiz, şen ve orijinal mizacını oldukça tanımış ve çok sevmiştim..Kuvvetli şahsiyeti daima bir neşe halesiyle muhat olduğu için hatırası bütün dostlarında hem canlı, hem de bir hazla müradif olarak kaldı.
Fikirleri bir heyecan halinde olduğu için kolay sirayet eder; bazen müferrit ve garip kanaatleri etrafında bile taraftar bulurdu. Edebiyatımızın sadeliğe, samimiliğe ve tabiliğe temayülünde onun tesiri çok büyüktür. Hatta kanaatimce edebiyatımızın tecdid ve tekamül tarihinde Ömer Seyfettin merhum; hikayeleri kadar belki hikayelerinden fazla bu tesirinden dolayı kıymetli bir yer tutmaya layıktır.
1Mart 1927
İbrahim Alaettin

ÖMER’İ DÜŞÜNÜRKEN
Yedi sene oldu, fakat hala Ömer’in ölümüne inanamıyorum. Gözlerinin zeki bakışları hala o kadar kulağımda. Mamafih Ömer, bahtiyar ölüdür. Çünkü daha gençliğinde büyük hizmetini gördü. Çünkü Ömer, hala ve ebediyet için içimizde ta gönlümüzde ve bütün mefkûrelerimizde yaşıyor.
Ömer’i düşünürken gözlerimin önüne birbirinden büyük iki adam gelir. Biri dostları için Ömer, sadece Ömer… İnce zekâsı, zengin karihası, nükteyle dolu sözleri, kendine mahsus mantığıyla, hilkatı ve fıtratı büsbütün herkesten başka olan Ömer… Sanki onun bu hiciv ve zekasına dünya bile kıskandı ve onu başka bir alim aşk-ı tahassürle kendine çekti. 
Diğeri bütün Türkler için, bütün Türk edebiyatı için daima yaşayacak olan Ömer Seyfettin… Bu Ömer Seyfettin hilkatin Türk edebiyatına bir bahşayişti.  Kendine bir mecra bulmaya çalışan Türk hikayeciliği onun kudretli eliyle açılan yolda tekamül etti. Sanatı lüzumsuz ve beyhude alayıştan kurtararak ona bizzat kendisini, sanatı verdi. Ömer Seyfettin hikayede bir lisan, bir tarz halketti. Bir yol gösterdi ki; bu yol müstakil Türk hikayesinin maverasıdır.
Ömer hikayelerinde alayış ve arayışa lüzum görmedi. Çünkü yarattığı şey bizzat güzeldi. Ve güzel olduğu için ona sahte süsler yakışmazdı. Ömer Seyfettin’in hikayelerini sadece bir hikaye diye okuyanlar ne kadar bedbahttırlar. Onun hikayeleri bütün bir devrin tarihi,, ruhu, mefkuresi ve istikbali gören bir adamın felsefe ve heyecanıdır. Ömer Seyfettin hikayelerinde bütün bir devri tenkit ve doğacak bir istikbale işaret etmiştir. 
HIFZI TEVFİK

ÖMER SEYFETTİN İÇİN
Öldüğü zaman duyduğum acı ile bu günkü hissimi yokladım ıstırabımı artmış ve canlı bir mahluk gibi büyümüş buldum. Tabiat kanunlarına uymayan bu hal, beni düşündürdü. En derin yaralar, zamanın sargıları içinde iyileşirken Ömer’in ölümü niçin mazi olmuyor? Diye kaç kere kendi kendime sordum. Öyle sanırım ki bunun en kuvvetli sebebi edebiyatımızda hikayeciliğin hala bir yetim manzarası göstermesidir.
Ömer, bir sanat meşalesidir. O, söndükten sonra –devirlerini açıp kapayanlar müstesna- edebiyat dehlizinde ışık namına birkaç kibrit alevi kaldı. Ömer Seyfettin’in hicranı galiba en çok bu yüzden gönlümüzde hala kanı dinmeyen bir yara gibi sızlıyor.
2 Mart 1927

--------------------------------
Türk edebiyatının son zamanlarda yegâne küçük hikayecisi Ömer Seyfettin idi. Onun öldüğü günden beri Türkçe küçük hikaye yazılmıyor. Yazılanlar hala bazı kalem-i tecrübelerdir. Bunların arasında çok güzel olanlar da bulunabilir, fakat henüz bir hikayecimiz olmadığına şüphe yok. Bunu bir edebiyat mecmuası çıkaran adam sıfatıyla herkesten fazla ben hissediyorum. Zannediyorum ki; Ömer Seyfettin yaşasaydı bu gün Türkçeye haricten hikaye nakletmeye bu kadar mecbur olmayacaktık. Belki kendi lisanımızdakilerin tercüme edilmesini gurur ile bekleyecektik. 
ORHAN SEYFİ

ÖMER SEYFETTİN
Benim fikrimce Ömer Seyfettin’in en evvel daha doğrusu yegâne göze çarpan şey hiç kimseye benzememek hassasıdır. O kendinden evvel gelenlere hiç bakmadığı gibi zamanında yaşayanları da görmek istememiş, hayatı, insanları her şeyi kendi gözleriyle görüp anlamak ve anlatmak yolunu tutmuştur.  En büyük sanatkârların bile az çok başkalarının tesiri altında kalmaktan kurtulamamış olduklarına bakılırsa, Ömer Seyfettin’in bu umumi kaideye karşı istisna teşkil etmesi garip görünür. Hiçbir kitap okumadığını iddiaya kadar varmak istediğim bu muharririn lisanı ve yazıyı nasıl öğrenerek kendisine bir tebliğ vasıta icadını düşünmediğine hayret edilse yeri vardır. Sağ olsaydı, öyle zannediyorum ki; Latin harflerini en evvel kendi mefkûresinde vücut bulmuş olmak şartıyla kabul edebilirdi. Muvaffakiyetinin sırrına akıl erdiremeyenlerden biri olduğumu itiraf ederim.
HALİL NİHAT


DUL
Gece yine geçmeyecek bir keder
Gibi indi köyümüzün üstüne

Ses seda yok..daldım işte komşunun 
Bir yıkılmış boş yuvaya benzeyen
Bana karşı dargın duran evine.
Şimdi orada can çekişen bir mumun 
Dalgasında matemini gizleyen
Bir kadın var; genç, çocuksuz bir anne….

Gece yine geçmeyecek bir keder
Gibi indi köyümüzün üstüne!

Bir yıl evvel aydınlanan perdeye 
Aks ederdi şen bir çiftin gölgesi.
Şimdi lakin bir gölgedir görünen,
İnce, narin bir tek gölge… Nereye 
Gitti onun eşi, ha kim kölesi?
Biliyorum, yüz başıydı o giden..

Gece yine geçmeyecek bir keder
Gibi indi köyümüzün üstüne



ÖMER SEYFETTİN 1333


22 Şubat 2018 Perşembe

GÖNEN (Abdullah Yılmaz, 22 Şubat 2018)


GÖNEN

Giriş;
Gönen, günümüzde Marmara Bölgesi’nin güney batısında Balıkesir’e bağlı bir ilçedir. Doğusunda Manyas ilçesi, kuzey-doğusunda Bandırma ilçesi, batısında Biga ve Yenice ilçeleri, kuzeyinde Erdek Körfezi ve Marmara Denizi, güneyinde de Yenice ilçesi bulunmaktadır. Deniz seviyesinden yüksekliği 33 metredir. 

Gönen Adının Kökeni;
Şemseddin Sami’nin Kamus-u Türkî’sinde Gönen; yazın suyu kuruyan gölcük, küçük göl, durgun su anlamlarına gelir.

 Dr. Ali Riza Reman’a göre; Hasluk, Gönen adının Germanum’dan geldiğini iddia etmektedir.

Gönen’in Roma devrinde adı Arthemis Thermia’dır. Arthemis Romalıların Diana dedikleri Tanrı karşılığı Yunanlıların kadın- tanrısıdır. Kelime Artemis kaplıcası demek oluyor. Bu da o zamandan beri kaplıcanın şehrin kuruluşunda esas amil olduğunu gösteriyor.

Artamea, lokalizasyonu W. Ramsay tarafından yapılan ve kaplıcalarından dolayı modern Gönen ile eşleştirdiği kenttir. (Hasluck 1910, Ramsay, 1960, Akşar,2008)

Yakın zamanda çay kenarında bulunan ve kaplıcayla ilgili bilgiler veren kitabede de Gönen’in ismi “Thermia” yani ılıca olarak geçmektedir.

Artemea kelimesi hakkında yapılan araştırmalar, bu kelimenin Luwi dilindeki Arta-(u)ma “Kaynak Halkı(nın köyü) anlamında “Artama” iken Hellenleşme döneminde Artemis ile bağlantılı imiş izlenimi verecek biçimde Artemea’ya dönüşmüş olması ihtimalini güçlendirmiştir.

Gönen kelimesinin kökeniyle ilgili değişik iddialarda diğeri Roma dilindeki Konana’nın zamanla değişerek Gönen şekline dönüşmüş olabileceğidir. (Akkuş2010)

Gönen’de Yerleşimin Tarihi;
Gönen’de yerleşmenin tarihi M. Ö. 5000 yılına dayanmaktadır. İlçenin yerleşme yeri olarak oluşumunun kesin tarihi bilinmemekle beraber,  içinden geçen çayın “Asepsus” ismi ile anılan daha sonra Yunan mitolojisinde orman tanrıçası olarak kabul edilen “Artemis” ten türetilen ARTEMEA ismini taşımakta iken 1881yılında Osmanlı Devleti döneminde ilçe yapılması ile feyiz ve rutubet anlamına gelen “Gönen” adını almıştır.

Gönen ve çevresinin Proto-Hititlerle aynı soydan kavimlerce M. Ö. 3 bin ortalarından beri iskan edildiği araştırmacılarca belirtilmektedir. Aynı bölgede M. Ö 2 binden itibaren Pelasglar, Kar’lar, Trovalılar, Lelegler ve Luvi’ler görünürler.  Hititlerin eski krallık zamanında (M.Ö. 1660-1490) ülkelerini bizim de içinde bulunduğumuz kıyılara kadar genişlettikleri anlaşılmaktadır. “Mysia” denilen Balıkesir ve Gönen’in içinde yer aldığı çevresi daha sonra Frigler, Lidyalılar, Persler, Büyük İskender, Bergama Krallığı ve Romalıların eline geçti.

M. Ö. 7. Yüzyılın başından itibaren Çanakkale Boğazı ve Marmara sahilleri, İyonyalılar tarafından kolonize edilmiştir. Başta Milet olmak üzere ana şehirden gelen kolonistler Abydos, Sestos, Lampsakos, Kyzikos ve Astakos şehirlerini; Megaralılar ise Kalkhedion ve Byzantion’u kurmuşlardı. (M.Ö. 661-660)

Rivayete göre M. Ö. 4. Yüzyılda Belkıs şehrini almak için yola koyulan İskender, Aisepos(Gönen çayı) nehrinin kenarında dinlenmek için mola verdiği sırada, nehir kenarında dolaşan askerler sazlıkların arasından buhar çıktığını fark etmişler, yıkanmak istemişler; fakat suyun sıcak olduğunu fark edince nehirden kanal açarak sıcak suya karıştırmışlardır. Askerler bu suda yıkandıklarında gençleştiklerini hissetmişler, hatta hastalarının da iyileştiğini fark ederek bu suyun tılsımlı olduğuna karar vermişlerdir.

W. M. Ramsay, (Ramsay,1960. Akkuş,2010)  Anadolu’nun Tarihi Coğrafyası isimli eserinde şöyle yazar; “Artemea Phrigya’nın Hellespontus vilayetinde yer almaktadır ve Artemis Mabedi’nin yanında bir köy olduğu aşikârdır. Şu halde aşağı Aisepos’un sıcak su kaynaklarından olduğuna hiç şüphe edilemez. Burada bir Artemis Thermia olduğunu ve Aristides’in buna ilahiler yazıp ithaf ettiğini biliyoruz.”

Bölgeye daha sonra Lidyalılar egemen olmuş ve Lidya kralı Krezus zamanında Hellenpontus’taki Hellen kolonileri vergiye tabi tutulmuştur.

Pers savaşlarından sonra 478’de Sparta kralı Pausanias Byzantion’a geldi. Ve Attik-Dellos Deniz Birliği’ni kurdu. M.Ö. 448’de yapılan barışta Boğazlar ve Marmara’nın kontrolü Atinalılar’a geçti.

Makedonya Kralı 2. Filib Trakya’da ilerleyerek Gelibolu’yu aldı ve Persler’e karşı savaş yolu hazırlandı. Oğlu İskender babasının siyasetini takip ederek Persler’in üzerine yürüdü ve Granikos Savaşı’nda Persler’i bozguna uğrattı. (M.Ö.334)İskender Persler’i yendiği halde Satraplık sistemine dokunmamış, bu sistemi aynen devam ettirmiştir.

Artemea Köyü’nün Büyük İskender zamanında kurulduğu ve burada Yunan tanrıçası Artemis adına bir tapınak inşa edildiği anlaşılmaktadır. Zamanla burada bir köy ve kaplıca sebebiyle küçük bir kasaba meydana gelmiştir. İskender’den sonra Roma İmparatorluğunun kurulması ve Hıristiyanlığın M. S.381’de resmen kabul etmesinin ardından bu tapınağın kiliseye çevrilmiş olması muhtemeldir.

M.S. 375’te Kavimler Göçü’nün etkisiyle zayıflayan Roma İmparatorluğu 395 yılında ikiye bölünmüş ve Anadolu’da Doğu Roma (Bizans) egemenliği başlamıştır.  Dolayısıyla Gönen, bu dönemde Artemea adıyla bir Bizans kasabası olarak varlığını devam ettirmiştir.

Bizans İmparatorluğu zamanında, krallar ve saray erkanı ile ordu komutanlarının aileleriyle birlikte Gönen’e geldikleri ve haftalarca gençleşme umuduyla suda kaldıkları Bizans döneminden kalma taş yazmalardan öğrenilmiştir.

Gönen’in Antikçağ ve Bizans dönemlerindeki gelişiminin sıcak su kaynakları sayesinde olduğunu söylemek yerinde olacaktır.

Gönen’in Türkleşmesi;
Gönen 7. Yüzyıldan itibaren İstanbul’u kuşatan Araplarca ve 1071’de Malazgirt Savaşı’ndan sonra Türklerce tanınmaya başladı.

13. yüzyılda Moğol baskısıyla doğudan gelen Türk aşiretlerinin uç bölgelere yerleştirilmesiyle Bizans’ın elindeki topraklar yine Türklerin eline geçmiştir.

Gönen’in Türkleşmesinin bu tarihlerde olup olmadığı hakkında incelediğimiz kaynaklarda herhangi bir bilgi verilmemektedir.

Gönen’in fethi kaynaklarda pek geçmemekle beraber Evliya Çelebi burası için 1335 tarihini vermektedir. Gönen Karesi’ye dahil olmadığına göre Bizans’tan alınmış olma ihtimali kuvvetlidir.

Gönen’in fethiyle ilgili ikinci bir ihtimali de göz önünde bulundurmakta yarar olacaktır. O da Gönen’in 1. Murad zamanında fethedilmiş olabileceği ihtimalidir. Gönen’de ismi zikredilen en eski caminin Gazi Hüdavendigar Camii olması; bu konu üzerinde hassasiyetle durulması zorunluluğunu ortaya çıkarmaktadır.

Fetihten sonra Hüdanendigar Sancağı’na bağlanan Gönen yeni aşiretlerin bu bölgeye yerleştirilmesiyle gelişmesini sürdürmüştür. Gönen merkez Bursa’yla birlikte Hüdanendigar(Bey) Sancağı’na bağlı 33 nahiye arasında yer almaktadır.

Tapu Tahrir defterlerinde tımar sistemiyle ilgili bilgiler bulunduğu için Gönen burada “nahiye” olarak belirtilmiştir. Ayrıca kadı bulunması dolayısıyla da bir kaza olduğu aşikardır. Bu durum on dokuzuncu yüzyıl ortalarına kadar bu şekilde devam etmiştir.

19. yüzyıla kadar Bursa merkezli Hüdavendigar Sancağı’na bağlı olan Gönen, bu dönemde Karesi Sancağı’na bağlanmış, Karesi Sancağı ise bir üst birim olan Hüdavendigar vilayetine bağlanmıştır.

Tanzimat’tan sonra taşra teşkilatında yapılan değişiklikler sonucu “Kaza Müdürlüğü” oluşturulmuş ve Gönen kazası 1842 yılından itibaren müdür tarafından idare edilmiştir.

Müdür kazanın ileri gelenleri tarafından ve genelde halk arasından seçilmiştir.

Muhtemelen 1864 tarihine nahiye statüsüyle Erdek kazasına bağlanmıştır. Nahiye olduğu dönemde kasabada müdür, naib, katib ve vukuat katibinden oluşan dört resmi görevli bulunmaktaydı. Daha eski dönemlerde Karantina Katibinin de bulunduğu tesbit edilmiştir.

Hüdavendigar Eyaleti, muhacir iskanlarının en yoğun olduğu bölgelerden olup bilhassa Karesi vilayeti ve dahilindeki kazalar bu durumdan çok etkilenmiştir.

Gönen’e bu tarihlerden sonra da göçler devam etmekle beraber gelenlerin sayısı hakkında ayrıntılı bir rakam elde edilememiştir.

1910’lu senelere geldiğimizde asayişin devletin her yanında olduğu gibi Gönen’de de bozulduğu görülmektedir. Özellikle mahalli idarecilerin keyfi hareketleri ile bundan cesaret alan çetelerin faaliyetleri halkı canından bezdirmiş ve bu yüzden mahalli idareciler sık sık hükümete şikayet edilmiştir.

19. yüzyıl ortalarında altı-yedi mahalleden müteşekkil küçük bir kasaba olan Gönen, önce Kafkasya sonra Rumeli’den göçlere maruz kalmış ve bunun sonucunda nüfusu önemli ölçüde artmıştır.

20. yüzyıl başlarında özellikle mahalli idarecilerin tutumundan dolayı asayişsizliğin hakim olduğu Gönen’de bir takım çetelerin faaliyette bulunduğu görülmektedir. Mondros Ateşkes Antlaşmasının ardından ise Gönen önce Anzavur isyanları, ardından Yunan işgaliyle sarsılmış ve Eylül 1922’de Yunan işgali sona ermiştir.

1938 yılında Kaplıcalar Yeşil Otelin inşaatı ile termal turizm için de ilk adım atılmıştır.

18 Mart 1953’te Richter ölçeğine göre 7,5 şiddetinde bir deprem meydana gelmiştir.

Abdullah Yılmaz (22 Şubat 2018)

KAYNAKÇA;
Akkuş, Tacettin. 2010 . Gönen ve Köyleri Tarihçesi
Ülken, Hilmi Ziya. 1956.İstanbul Gönen Bölge Monografisi. Sosyoloji Dergisi
Akşar,Ahmet..2008. Balıkesir. Eskiçağ Literatüründe Mysia; Coğrafya, Kentler ve Kültler(Yüksek Lisans Tezi)
Demirbağ, Esra. 2007. Elazığ. Balıkesir Gönen İlçesinin Sosyokültürel, Ekonomik ve Turistik Yapısı (Bitirme Ödevi)
Sami, Şemseddin. Kamus-u Türkî İstanbul, 1317
Özer, Kemal,1964, Balıkesir, Kurtuluş Savaşında Gönen